Nereden nereye geldik

Sayın okurlarım, memleketimizin yetiştirdiği iş adamlarından sayın Sakıp Sabancı “Benim babam hamaldı” dediği gibi, ben de sizlere “Benim babam çiftçiydi” diyerek seksen doksan yılda bugün geldiğimiz yeri ve tekâmül çizgisini gözler önüne sermek ve içinde bulunduğumuz bunalım döneminde sizlere moral vermek istedim.
Değerlendirmemize yardımcı olan şu ana tenkidi de dikkate almak durumundayız; güneş yüzü görmeyen Britanya Adası’ndan, üstünde güneş batmayan İngiltere İmparatorluğu’nu yönetenler müstemlekelerinin kaynaklarını anayurtlarına taşıyan ekonomik politika sayesinde, bugün İngiliz Kraliyet ailesinin kırk atlı paytonlarla Londra caddelerinde dolaşmasına ve öz halkının da beyler gibi yaşamını sürdürmesine karşılık, dedelerimizin kurduğu ve altı asır dünya hakimiyetine sahip Osmanlı İmparatorluğu, cevher-i âslisini çok iyi tahlil etmediğimiz yöneticiler döneminde kaynaklarımızı öz topraklarımızın dışında rahatça harcamadaki yanlışlığı tespit etmek ve Ankara’nın on kilometre yanındaki Yavrucuk Köyü’nün kerpiç yapısı yanında Mostar Köprüsü’nün güzelliğinin ve zarafetinin bizim ekonomik politikamızın eski yanlışlığı olduğunu tespit ederek nereden nereye geldiğimize bir göz atalım.
Uzak değil; 80-90 yıl önce, genç cumhuriyetimizin başşehri Ankara’nın ortasındaki evimizin su ihtiyacını, taşıyarak karşıladığımız “mahalle çeşmemizi”, her işimizi gören “öküz arabamızı”, bağ evlerimize gidip geldiğimiz “bakımlı eşeğimizi”, en ucuz yakıtımızın sığır dışkısından imal ettiğimiz “tezek” olduğunu, Zonguldak’tan gelen “taş kömürü”nün en lüks yakıt olup bir aylık işçi ücreti karşılığı temin edildiğini hatırlıyorum. Ve kalın sigara kutusu kapaklarını üst üste koyarak ayakkabımızın altındaki deliği kapattığımız yaz aylarında zehirli sıtmaya yakalandığımda, asfalt yolun kenarında yattığımı, çarşamba günleri bedava kinin dağıtacak sıtma-savaş görevlisi kuyruğundaki bekleyişimi, karne ile ekmek aldığımızı, adına “tahtakurusu” dediğimiz uyku kaçıran böceği unutamıyorum. İlkokulumdaki öğretmenlerimle velilerimin, görüşmeyi hiç düşünmediklerini, kaçıncı sınıfta olduğumu hiç merak etmediklerini, kahvenin altındaki fincan tabağı zannettiğim “kahvaltı” sözcüğünün, sabahları içtiğimizin çay olduğunu ikinci sınıfta öğrendiğimi, ailemden rahmetli annem ve babam dahil olmak üzere hiç kimsenin okur-yazar olmadığını, imza yerine amcalarımın, halalarımın, dayı ve teyzelerimin mühür kullandığını, her türlü sağlık sorunu için ihtisasının ne olduğunu bilmediğimiz Bent Deresi’ndeki “Ispanağın Oğlu” adlı doktora ve açılış hazırlığı içindeki “Numune Hastanesi”ne koştuğumuzu hatırımdan çıkaramıyorum. İşte 80-90 yıl önceki şehir hayatımızın hem de hükümet merkezimizin fotoğrafı.
Bu görüntüyü, hepiniz kendi hayatınıza uyguladığınızda küçük farklılıklarla aynı neticeye varacağınıza eminim. Bu örneklerin çok daha değişik şekillerine rastlayacağınızı tahmin ediyorum. 80-90 yıl önce imzasını atmayı bilenin bulunmadığı ailemde bugün beş mühendis, iki doktor, bir eczacı, iki yüksek otelci, dört eğitimci, altı sanayici, beş iktisatçı, dört yönetici, dokuz yüksek okul öğrencisi saydım.
Aynı şekilde Edirne’den Kars’a kadar Cumhuriyetimizin bütün insanlarında bu örneklere fazlası ile rastlamak mümkündür. Başını ellerinin arasına alan her insan, bu gibi hatıralarını arkası arkasına sıralayabilir.
Şimdi, kendi şeref madalyamızı boynumuza geçirerek dünyada hiçbir topluluğun başaramadığı yükselişi 80-90 yılda başardığımızın gururunu yaşayalım ve bizi bu günlere ulaştıran Ulu Tanrımıza, dünyada az bulunan güneş ve denizimize, bizlere kahve hariç her türlü ihtiyacımızı veren Aziz Vatan Toprağımıza, bugünleri bize hazırlayan büyüklerimize, bizden önce emeği geçenlere, Aziz Gazi ve Kahraman Şehitlerimize, bizi her türlü tehlikeden koruyan Şanlı Ordumuza şükredelim ve bütün Türk Dünyası ile beraber daha güzel yarınlara koşalım.
Tanrı Türk’ü Korusun.

Yazarın Diğer Yazıları