Nükleer silahlar kalkan mı, bahane mi?

“Nükleer silahlara sahip ülkeler birbirleriyle savaşamaz”  tezi zalimce olsa da reel politik denen dünyanın bugünkü anlayışına maalesef uygun düşüyor. Galiplerin üstünlüklerinin ‘daimi’ olarak tanındığı, mağlup ve güçsüzlere ise ancak ara sıra masanın kenarında oturmasına izin verildiği aynıyla vaki bir gerçek. Bu acı gerçeği kabullenmek nedense çoğu kimseye komplo tezi gibi geliyor. Aslında savaş travması ürünü bir BM düzeninden de başka ne beklenebilirdi.
Savaşın galibi 5 devletin avantajlarını korumak üzere tasarlanan dünya düzeni, sıcak savaş, soğuk savaş, (doğu blokunun yıkılışıyla) belirsizlik süreçlerinin ardından NATO’nun tek kutuplu egemenliğinde yürüyor. Avrupa-Atlantik hattını ‘savunma’ amaçlı kurulan NATO, bugün bütün dünyayı kuşatan bir güvenlik ve tehdit algısı stratejisini savunuyor.
İkinci dünya savaşında ölen sivil (50 milyon) ve asker (22 milyon) toplamının (72 milyon) kişi olduğu var sayılır. Göçler ve kaybolanların toplum düzenine ve aile hayatına etkisi ise tahmin bile edilemiyor. Bizim hatırlatmak istediğimiz bu savaşın nükleer bombalarla bitirildiğidir. Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki şehirlerine 3 gün aralıklarla atılan patlayıcılarla 120 bin kişi planlanarak ve kasten bir nükleer soykırıma tabi tutulmuştu. İlerleyen günlerde radyasyon yüzünden ölümlerle bu rakam 400 bin kişiye yükselmişti.
Bunları yazmamızın sebebi, BBC’de yayınlanan Amerika’nın Pakistan’a yönelik operasyona hazırladığına dair bir haber. Savunma amaçlı 100 civarında nükleer silaha sahip olan Pakistan’da Taliban ve El Kaide güçleri eğer nükleer bombaları ele geçirirse ABD buna sessiz kalmayacakmış. Oysa Pakistan Uluslararası Atom Ajansı’nın belirlediği standartların tamamını yerine getiren bir ülke. Savaş başlıklarını ve patlayıcıları ayrı yerlerde tutuyor, bunları şifrelendiriyor ve güvenliğini sağlıyor. Ayrıca nükleer malzemeler yaydıkları manyetik alan sebebiyle zaten uydu üzerinden izlenebiliyor.
Aslında iddia yeni değil. Obama,  “nükleer silahların bir terör örgütünün eline geçme ve Amerikan şehirlerini vurma ihtimalinden” geçen yıl Nükleer Zirve öncesinde bahsetmişti. İngiltere ve UAEK Başkanlığından da destekleyici açıklamalar gelmişti. Sarkozy de,  “Hemen harekete geçmezsek İsrail, İran’ı vurabilir” tehdidiyle BM’yi inandırıcı bulmayan Rusya’ya gözdağı veriyordu.
Son yıllardaki her işgal öncesi bu hikayeleri fazlasıyla duyduk. Irak işgal edildikten ve bir milyondan fazla kişi savaş yüzünden hayatını kaybedip milyonlarcası da evlerini ve yurtlarını terk ettikten sonra bu silahların izine dahi rastlanmamıştı. Yanıldıklarını itiraf etseler de bu huylarından vazgeçmeye niyetlerinin olmadığı anlaşılıyor.
Yine 2007’nin muhtıralı, seçimli, referandumlu ortamında, 6 Eylül’de İsrail’den kalkan savaş uçakları Suriye’deki El Kibar askeri üssünü vurmuş ve yakıt tanklarından biri Hatay’a düşmüştü! Siyasetin dalgalandığı günlerde bu olay pek tartışılmadı. BM Güvenlik Konseyi ise bu konuyu gündeminden düşürmüyor. Suriye’nin Kuzey Kore’nin katkılarıyla nükleer tesis inşa ettiği ileri sürülüyor. BM yakında Suriye’yi işgale karar verirse bu konu daha yüksek perdeden tekrar gündeme getirilecektir. Dünya genelinde hangi ülkenin nükleer bomba üreteceğine dair bir ortak kanaat bulunmuyor. Ülkenin demokrasiyle yönetilmesi ve UAEK’nın denetimine açık olması gibi genel bir şart ifade ediliyor. 189 ülke tarafından onaylanan Nükleer Silahsızlanma Anlaşması NPT’yi imzalamayan dört ülke var: İsrail, Hindistan, Pakistan ve Kuzey Kore.
NATO ve ABD’nin Türkiye’de toplam 24 askeri hava ve deniz üssünde ABD’nin yaklaşık 100 taktik nükleer silahı bulunuyor. Bunların, İncirlik, Akıncı ve Balıkesir’deki üslerde mi yoksa, İstanbul Boğazında yahut Karadeniz’de mi veya bunların her birine dağılmış vaziyette mi olduğu ise kamuoyuna net bir şekilde açıklanmıyor.  Yarın aynı iddia  “koruyucu kalkan” zannederek sahiplenen Türkiye için dahi söz konusu olabilir. Türkiye’nin üçüncü ülkeleri işgal gerekçesi olarak ileri sürülen nükleer silah üretimi iddiaları konusunda daha dikkatli olması gerekiyor.

Yazarın Diğer Yazıları