O, Başbuğ’du. Türkeş’ti. O, Dirilişin adıydı

 

 

Merhum Alparslan Türkeş
ve yazarımız
Kürşad Zorlu birlikte...



Bugün 4 Nisan 2015. Bundan 18 yıl önce Başbuğ Alparslan Türkeş’in uçmağa vardığı gün. Onu “aramıyorum”  ve  “özlemedim” diyen,  “Alparslan Türkeş’in askerleriyiz” haykırışından vazgeçebilecek bir Türk Milliyetçisi yoktur sanırım. Hiç unutmam daha 5 yaşındaydım. Rahmetli Babam Bahri Zorlu beni Mevki Hastanesi’ne götüreceğini ve ismimi koyan kişi ile tanıştıracağını söylediğinde Rahmetli Türkeş ile ilk ciddi karşılaşmama hazırlanıyordum. Büyük bir heyecanla odaya adım attığımda Başbuğ ranzanın alt kısmında oturuyordu. Yozgat ve Kırşehir yöresinden neredeyse herkesi ismen sormuştu. Hatta çocuklarının isimlerini ezbere biliyordu. Onun için ülküdaşlık hukuku her şeyin ötesindeydi. İçeri girdiğimiz andan ayrılana kadar hatırlayabildiğim pek çok cümleden çıkardığım sonuç şuydu: O’nu Başbuğ yapan yegane şey, içinde beslediği insan sevgisi ve milletine karşı duyduğu yüksek sorumluluk duygusuydu.
Hiç şüphesiz yüzyılımızın son “Başbuğu”  Milliyetçi-Ülkücü Hareketin efsanevi lideri Alparslan Türkeş idi. O, bundan böyle düşüncesi, icraatları ve duruşuyla Türk tarihine parantez açan bir liderdi... 1960’larda başlattığı ülkü yürüyüşü, aradan geçen yıllara karşın hiç durmadan devam ediyor ve Türk Milliyetçiliğinin Başbuğu olarak belleklerden sökülmesi mümkün olmayan yerini alıyordu. Matematiksel sonuçlar onun ülkedeki etkisini ve gücünü açıklamaya yetmiyordu. Liderleri Başbuğ’luk konumuna taşıyan çaba ve özellikler Alparslan Türkeş’te fazlasıyla vardı.
Başbuğ Türkeş, ülküdaşlarını ve kendisine inananları içten ve samimi olarak seviyordu. Yeri geldiğinde yanında titrediğimiz bir komutan, yeri geldiğinde de kendimize herkesten daha yakın hissedebileceğimiz bir gönül insanıydı. Vefayı vazgeçilmez sayıyordu. Bozkurt gibi bir sembolü Türk milletine anlatan ve kazandıran kişiydi. Vaktiyle Osman Bölükbaşı’ya bu işaretin anlamından söz ederken “Bozkurt: Türk İslam mührünü dünyaya vurmaktır” diyerek hedefini ortaya koyuyordu. Gençlik, onun için ayrı bir önem taşıyordu. Ülkücülerin evlatları, onun da evladıydı. Donanımlı insanlar olabilmeleri yolunda imkânları seferber ediyor ve geleceğin siyasetçilerini, ekonomistlerini, akademisyenlerini bu yaklaşımıyla topluma kazandırıyordu. Böylece idol olarak kabul edilen bir kuşağı ve onların el verdiği Türk Milliyetçilerini devleti yönetmeye hazırlıyordu.
Merhum Türkeş sağlam bir temel üzerine inşa ettiği ideolojisinin gereklerini yerine getiriyordu.  “Turan” diyor ve ’Türk Dünyası’ndan bir an olsun yüzünü çevirmiyordu. Kardeş cumhuriyetlerimizin bağımsızlıklarına kavuştukları 1991 tarihinden 27 yıl önce, evlatlarına gelecek kutlu günlerin müjdesini veriyordu. Elbette ki nerede bir Türk varsa orası Başbuğ için bir mücadele alanıydı. Alparslan Türkeş, Türk’ün töresinde olan istişareyi çok önemli sayıyordu. Yeri gelince masaya yumruğunu vuruyor ve ülkesini bölmeye çalışanlara  “Haddinizi bilin” diyerek hak ettiklerini söylemekten çekinmiyordu. Irkçılığı reddeden ve tüm Türkiye’yi kucaklayan bir milliyetçilik yaklaşımını aşılıyordu. Öyle yaşıyor, böyle konuşuyor ve Türk Milliyetçilerinin fikir sistemini inşa ediyordu.
Türkeş; “Cesaret, yüreklilik, atılganlık olmayan hiçbir dava başarıya ulaşamaz”  diyordu. Sanırım bu üç özellik de onda fazlasıyla vardı.
Evet! O tartışmasız bir Başbuğ idi. Ve her zaman öyle kalmaya devam edecekti...

Yazarın Diğer Yazıları