Öksüz: “Din, milli birliğin yerini alamaz”

Öksüz: “Din, milli birliğin yerini alamaz”
Karar Gazetesi'ne yeni çıkan Millet ve Milliyetçilik kitabı üzerine bir söyleşi veren Prof. Dr. İskender Öksüz, "Din, milli birliğe yardımcıdır, ama onun yerini alamaz" değerlendirmesinde bulundu.

Prof. Dr. İskender Öksüz'ün yeni çıkan kitabı Millet ve Milliyetçilik konuşulmaya devam ediyor. Karar gazetesine kitapla ilgili bir söyleşi veren Öksüz, önemli değerlendirmelerde bulundu.

Son dönemde milli birlik yerine din birliği üzerine sergilenen yaklaşımların yeterli olamayacağını savunan Öksüz, milliyetçiliği bir ideoloji olarak değil "Türk milliyetçiliği fikir sistemi" başlığı altında değerlendirdiği ifade etti.

İşte o röportajdan öne çıkanlar:

Milliyetçilik denince ne çerçevede bir ideoloji tanımlıyorsunuz?

Milliyetçiliğe “ideoloji” demek istemem. Çünkü ideoloji deyince dünyaya ve hayata dair kendinden menkul mutlak gerçeklik iddiaları anlaşılır. Cemil Meriç’in deyimiyle, “idrakimize giydirilen deli gömlekleri”. Hâlbuki dünyaya ve hayata dair bilginin kaynağı bilimdir. Bazı indî hükümler değil. Ben ideoloji yerine “Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi” demeyi tercih ediyorum. Türk Milliyetçiliği, Türk Milleti’ne duyulan sevgiye ve insanın iç içe mensup olduğu birçok toplum birimi arasında Türk Milleti’ni tercih etmesine dayanır. Gökalp’in ifadesiyle, “Hulâsa kavme, ümmete, devlete, vatana, aileye, sınıfa, hirfet ocağına ilh. Mensup ne kadar mefkûreler varsa, cümlesi millî mefkûrenin muavinleridir.” Böyle bir tercih ifadesinin bir sakatlığı olabilir, sizin tercih ve sevgi belirttiğiniz toplum birimi sosyolojik anlamda bir toplum birimi değildir, yani iç bağlayıcılığı yoktur. Meselâ tercihi “işçi sınıfı”na yönlendirme ve siyasî organizasyonu işçi sınıfının bağlayıcı gücü etrafında kurma teşebbüsleri sonuçsuz kaldı. Zaten bu teşebbüsler işçi sınıfı mensuplarından da kaynaklanmıyordu.

Milliyetçilik bu ölçüye vurulduğunda anlamsız mıdır? Kesinlikle hayır. Dünyada insanlar millet denilen toplum birimi etrafında organize oluyor. Milletin bağlayıcı gücü yetmezse daha alt birimlere kayılıyor; aşiret, kabile, soy-sop, kavim gibi.

Millet olmanın, insan genetiğindeki toplum olma dürtüsüne dayandığını belirtiyorsunuz. Fakat topluluklar başka çerçevelerde kurulamaz mı? Ortak mitler milli mitlerden ziyade dini, sınıfsal olursa?

İdeale sahip olmak yetmiyor, gerçeğe de uygunluk lâzım. Dünyaya bakın… Ne görüyorsunuz? Millet devletleri. Sovyetler ve Çin, 20. asırda yemediler, içmediler sınıf devleti yaratmak istediler. Olmadı… Dünyada hiç dine dayanan birlik var mı? Hadi bırakın tek Hristiyan devletini; tek Ortodoks, tek Katolik, tek Protestan devleti de yok. Müslüman birliği? Bir zamanlar din birliği esasına göre kurulmuş tek istisnaî devlet olarak Pakistan’ı gösterirdik. O zaman Doğu ve Batı Pakistan vardı. Çatır çatır ikiye bölündü. Doğu Pakistan’da Bengaller yaşıyordu ve adı Bangladeş oldu.

Bugün tek istisna İsrail’dir ama İsrail’de iptidaî ve eşsiz bir hal var: Tek ümmet aynı zamanda tek millet!

İnsanlarda topluluk hâlinde yaşama içgüdüsü var, var olmasına da bu topluluk akraba-kültür (siyaset bilimi ve sosyolojideki tabiriyle “kin-culture”) bağına dayanıyor. Sınıfta da dinde de bu bağ yok. Düşünün ki İbn Haldun’un dünyasında birlik, millet ayrılığına değil; kabile, hatta kabileden küçük sop (kavim) ayrılığına yenilmiştir. İlk Müslüman devletlerde de kabileden küçük kavim yani sop galip geldi. Emevî- Abbasî ayrılığı kabile ayrılığı bile değildir, kavim ayrılığıdır.

Müslümanların çoğunluğunun sahip olduğunu söylediğiniz ideale saygı duyarım ama bu ideal tarihle de sosyolojiyle de uyuşmuyor. Din, millî birliğe yardımcıdır ama onun yerini alamaz. Gökalp, “ümmet mefkûresi millî mefkûrenin muavinidir” diyor. Rakibi veya alternatifi değil.

Bir milleti oluşturan ortak ülkü ve mitler/edebiyat eğer o toplumun tamamını açıkça kuşatmıyorsa? Belli toplulukları tek millet çatısı altında toplamaya çalışmak doğru mu?

“Doğru mu?” sorusu cevap olarak bir değer hükmü istiyor. İdeal olan muhakkak ki devlet sınırları ile millet sınırlarının çakışmasıdır. Gerçek ideale uymuyorsa bu halden iki şekilde çıkılır: 1) O sınırlar yıkılır ve yeni devletler doğar. 2) Asimilasyonla ideal millet-devletine dönülür.

Birinciye misal Çekoslovakya’nın, Pakistan’ın ikiye, Yugoslavya ve SSCB’nin birçok parçaya bölünmesidir. İkinciye misal, çok etnisiteden tek millet yaratmış ABD, Avustralya ve Fransa’dır. Fransız İhtilali sırasında Fransızca konuşanlar Paris etrafındaki bölgelerden oluşan bir azınlıktı. Özellikle Brötönler ayrı ve büyük bir kitleydi. İki asır içinde Fransa’nın tamamı Fransızlaşmıştır. Yirminci asrın başında Brötönce konuşanların sayısının bir milyonun az üstüne gerilediğini görüyoruz. Bugün bu sayı 200 bin civarındadır ve bu 200 binin dörtte üçü 65 yaşın üstündedir…

Görüyoruz ki dil, millet ve devlet arasında kuvvetli bir bağ var. Dil milleti, millet de devleti doğuruyor ama iş orada bitmiyor. Devlet dönüp dili geliştiriyor, standartlaştırıyor ve dil birliğini, dolayısıyla milletin birliğini sağlıyor. Gellner, Gat gibi sosyolog ve siyaset bilimcilerinin ortak tespiti budur. Gellner’e göre milleti ve millî devleti doğuran şey, devletin teşkilatlandırdığı millî eğitimdir. Gat da işi öbür uçtan alır ve “Devlet varsa millet vardır” sonucuna varır. Millî sınırlar içinde, ülkenin tamamında, devletin teşkilatlandırıp zorunlu kıldığı millî eğitim yoksa lisan da yoktur. Lisan yerine, birbirini anlamayan lehçeler vardır. Bir dilcinin dediği gibi, “lisan, ordusu ve donanması olan bir lehçedir”.

Bakın bu konuda size çizdiğim bir şemayı göstermek isterim. Şemadaki döngü tek sefere ait değildir. Bunu bir halkadan ziyade yükselerek devamlı dönen bir helezon gibi düşünmek gerekir. İşte bir devletin bölünmeye mi, parçalanmaya mı gideceğini içindeki unsurların bu helezonun neresinde, kaçıncı döngüsünde bulunduğu tayin eder.

Dünyanın her yerinde söz sahibi olmak isteyen büyük millet devletleri, mesela ABD, meselâ Avrupa’nın güçlüleri, Rusya ve Çin, henüz millet birliğini sağlayamamış ülkelerde millet öncesi etnisiteleri ve mezhepleri manipüle ederek risk almadan kendi millî menfaatleri doğrultusunda bölmek peşindeler. Kendileri risk almadan, fakat hedef ülkelerde oluk oluk kan akıtarak!.. “Vekâlet savaşları” denilen yeni emperyalist saldırı bu mekanizmaya dayanıyor. Tarih kadar eski “böl ve hükmet” stratejisi…

O halde bir ülkede farklı ana dillere sahip etnisiteler varsa nasıl bir yol izlenmesi gerektiğini tavsiye ediyorsunuz?

Aslında cevap ne yapmak istediğinize bağlı. Eğer millî birliği korumak istiyorsanız, Fransa’nın Almanya’nın yolunu izlersiniz. Yok, ayrılık veya federasyon peşindeyseniz, tam tersine henüz lisan haline gelmemiş lehçelerden birini destekler, meselâ o lehçede televizyon yayını yaptırır, o lehçede eğitim veren okullar açtırır, bunları da zorunlu tutarsınız.

Fakat yaptıklarınızın başarılı olup olmayacağı, söz konusu etnisitelerin tarihine, kültürüne, edebiyat birikimine, daha önceki devlet tecrübelerine bağlıdır.  Fuzulî’nin, Dede Korkut’un dilini konuşan İran Azerbaycan’ında asimilasyon sağlamak mümkün değildir. Kaldı ki Azerbaycan Türkleri daha pek yakın zamana kadar o ülkeyi yönetiyordu. Konu Fransa’daki Brötönler gibi yazılı edebiyatları bulunmayan, dilleri henüz paramparça, her kasabada diğerinden farklı ağız ve lehçelere bölünmüş, tarih şuurları ve belki en önemlisi devlet tecrübeleri olmayan bir etnik grupsa o ülkeyi bölmek zordur, asimilasyon tabiî gidiştir.

Belki bol para döker, yoğun propaganda yapar, etnisiteleri silahlandırırsanız ve uzunca bir süre bu desteği devam ettirirseniz yeni bir millet yaratmayı başarırsınız. Ne de olsa millet memetiktir, genetik değil. Fakat bu stratejinin başarılı olduğu bir vaka bilmiyorum. Belki bundan sonra… Birileri dışardan, birileri içerden çalışarak…

Her millet çıkarına göre hareket ediyor, biz hariç

Adını koyalım: Amerika Birleşik Devletleri ve “koalisyon” denilen ve bizim de sözde içinde olduğumuz müttefikler, Irak ve Suriye’de sağa sola vurmak için PKK ve uzantılarını vekil kıldı. Vekâlet savaşı ya bu! Bunun üst akılla, gizli saklı işlerle bir ilgisi yok. Her millet kendi millî menfaatleri doğrultusunda hareket ediyor. ABD ve yandaşlarının stratejisi, Irak ve Suriye’de İran’la ittifak yapmayacak (yani Sünnî), İsrail’i tehdit etmeyecek, Batı’nın başına bela olan militanları içinde barındırmayacak, laik, tâbi, güçsüz, fazla masraf gerektirmeyecek bir devlet kurmaktır. Ama bu bizim millî çıkarımıza terstir!

Bunun haritasını Amerikan ordu dergisi Stars and Stripes’da yayınladılar, Foreign Affairs’te çizgi karakterlerle izah ettiler. Bu sonuncusu, Irak’ta “Surge” denilen harekât sırasında yayınlandı. Önce ABD askeri, ortak hareket ettiği bazı Iraklı gurupların yanında karşıdaki gruplarla savaşmaktadır. Son karede o gruplar birbiriyle savaşır, ABD askerini temsil eden çizim de saha kenarında onları seyreder. Stars and Stripes’taki harita defalarca bizim medyamızda da yayınlandı. Fakat ona temel teşkil eden makale üzerinde pek durulmadı. Makalede “bir sır verelim, etnik temizlik gayetle başarılı olabilir” cinsinden bir ifade de vardı. Şu anda Suriye’de uygulanan budur.

ABD ve ortakları ne yaptıklarını, nereye gittiklerini gayet net biliyorlar. Irak ve Suriye’nin kuzeyinde bir devlet kurmaya on yıllardır adım adım yürüyorlar. Biz ise şaşkınız. Fazla hafıza talep etmiyorum. Son beş yıla bakın. Bugün amansız düşmanımız oldukları anlaşılanlarla daha yakın geçmişte sarmaş dolaş olduğumuzu, hatta onların elinden tutup hezimetten kurtardığımızı görürsünüz.

Tekrar edeyim: Üst akıl yok. Bizim alt akıllarımız var!

Bakın bu anlattıklarım karışık şeyler. Bunları kavramak zor. Üstelik bizim bazı paradigmalarımıza da ters. Kafamızı yormak yerine her şeyi “Üst Akıl”a yıkmak son derece rahatlatıcı ve birçok avantajı da var. Bir kere düşünmek, “ben nerede hata yaptım?” diye sormaktan kurtuluyorsunuz. Hata yapabileceğinizi kabul etmekten de. Her şeyi bir üst akıl yapıyorsa sizin ne günahınız olabilir, elinizden ne gelir ki? Üstelik “Üst Akıl” deyince etraftakiler ne kadar bilgili olduğunuzu da hissedecektir. Bu sözün söylenmeyen kısmı da var: “Siz bilmezsiniz, bunun arkasında daha neler var… Ama ben bilirim de söyleyemem…”

Hâlbuki bunun arkasında eski bir sözün gerçekliği vardır: Nereye gideceğini bilmeyen kaptana hiçbir rüzgârın faydası yoktur. Tekrar: Her millet kendi çıkarı doğrultusunda hareket ediyor, biz hâriç. Biz çıkarımızı bilmiyoruz. Hatta milletten, millî çıkardan neyi kastetmemiz gerektiğinden bile emin değiliz. Milletin ne olduğu bilinmezse millî çıkar hiç bilinmez tabi…