Öncesi ve Sonrası 12 Eylül 1980 - 6

Öncesi ve Sonrası 12 Eylül 1980 - 6
Bursa Ülkü Ocakları eski başkanı ve Türk Ocakları eski Genel Başkan Yardımcısı Efendi Barutcu, 12 Eylül 1980 darbesi ile ilgili bir yazı kaleme aldı.

Barutcu'nun yazısı şöyle:

Gerisi hep hikaye, 12 Eylül Askeri Darbesi’nin başlıca sebeplerinden birisi Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönüşünü temin etmek, diğeri Türkiye’den Kıbrıs Barış Harekatı’nın intikamını almak ve bize göre en önemlisi de Türkiye sathında gün geçtikçe güçlenerek ülkenin geleceğinde önemli rol oynayacağı anlaşılan ülkücü-milliyetçi hareketi engelleyip, ezip yok etmekti.

1974’te CUMHURİYET HALK PARTİSİ-MİLLİ SELAMET PARTİSİ koalisyonunun Anayasa Mahkemesi’nin de desteği ile 12 Mart sonrası derdest edilen ve muhtelif hapis cezalarına çarptırılan aşırı sol ve darbeci grupların cezaevlerinden salıverilmesine tekrar dönersek; dışarı çıkan devrimci militanlar, yakalandıkları dönemden çok daha hırslı ve bağnaz hale gelmişler, cezaevlerindeki hayatlarını, ideolojik eğitimlerini tamamlamak için bir fırsat olarak kullanmışlardı. Çıkar çıkmaz, bıraktıkları yerden işe koydular. Doğrudan komünist bir düzen kurmayı hesaplayan örgütler kurdular.

İç İşleri Bakanı DEV-GENÇ Başkanıyla Anlaşıyor:

CHP -MSP Ortak hükümeti “Türk Solu” ile Siyasi İslamcıların ilk ittifakı değildir. MSP o yıllar da Solun her rengini içinde barındıran CHP’nin dışında aşırı solun diğer unsurlarıyla da iş birliği yapmaktan geri kalmıyordu Dev-Genç’in eski genel başkanlarından Bülent ULUER HABER TÜRK Gazetesi’nden Kürşad OĞUZ’ la 08.09.2013 tarihinde ki mülakatında:

 “O sırada büyük çatışmalar başladı. Bilfiil 64 arkadaşımın cenazesinde konuşmuşum. Kerim Yaman ölünce İstanbul Üniversitesi’nde 50 bin kişilik yürüyüş oldu. İlk büyük konuşmamı onun cenazesinde yaptım. Sonra İTÜ işgali…

Bunlara nasıl izin veriliyordu?
O sırada iki kez içişleri bakanlarıyla görüştüm. İlki Korkut ÖZAL ’dı. Bir gece polis Kızılay’dan aldı, 5 arkadaş İçişleri Bakanlığı’na gittik. O geldi, arkasında iki jandarma albay. İçlerinde en küçük duran benim. Beni ciddiye almadı, bizimkiler “başkan konuşacak” dedi. Şöyle baktı, güldü. Bıyık yok. 57 kilo adam. Ötekiler babayiğit. MSP-Ecevit hükümeti var o zaman. “Solcu arkadaşlar, biz sizinle ittifak yaparız. Yalnız bir şartım var. Bizimkileri okula alacaksınız, ötekiler beni ilgilendirmez” dedi. Ötekiler dediği Ülkücüler. “Yıldız’a, edebiyat ve hukuk fakültelerine bizimkileri alacaksınız” dedi. “Tamam ama size bazı isimler vereceğiz, emniyetten. Bunlar okulda olay çıkarıyor, çekin” dedim. “Listeyi ver” dedi, baktı. “Bendeki listenin aynısı. Bunları hallederiz” dedi. Oradan çıktık ve dediğini yaptı.

Siz yaptınız mı?

Evet. İkincisi, İrfan Özaydınlı. 16 Mart 1978’de İstanbul Üniversitesi işgali var. 6 arkadaşımız öldürülmüş. Hukuk Fakültesi amfisinde konuşuyorum. O sırada içişleri bakanı geldi.
“BIRAKACAK SİLAHIMIZ YOKTU”
Silah kullanıyor muydunuz?

Şimdi bizim hiçbir zaman… Şöyle anlatayım… Ülkü Ocakları ile bizi, Hürriyet gazetesi “silah bırak” kampanyasına çağırdı. Ülkücüler şöyle dedi: Biz silahları bırakırız. Benim lafım şuydu: Bizim bırakacak silahımız yok.

-Yok muydu yani?

+Bırakacak silahımız hiç olmadı bizim.

-Bu çatışmalar nasıl oldu?

+Bırakacak silahımız hiç olmadı.

-Yani bırakmayız diyorsunuz.

+Yanınızda silahlı insanlar dolaşmıyor muydu yani?

-…

Silahlı insan gördüm tabii çatışmalarda. Olmaması mümkün değil. Ama beni korumak için falan silahla dolaşmıyorlardı. Ha çatır çatır çatışma oluyordu tabii.

Ama siz taşımadınız…

Hayır. Benim silahla bir bağlantım olmadı. Ama ben arkadaşlarımızın silah taşıması ve çatışmasını hep meşru gördüm. Başka türlü kendilerini koruyamazlardı.

Türkiye’de gelişen komünizmi engellemek için. Ülkücüler de hakikaten çok hulusi kalple, samimiyetle yaptılar.” (1)

Yukarıda ki mülakatta Dönemin MSP’ li İç İşleri Bakanı Korkut ÖZAL kendi yandaşları Akıncılar derneği mensubu gençleri Türkiye’nin temeline dinamit koyan Dev-Genç’ lilerin saldırılarından korumak için bir devlet adamına yakışmayan tavırla pazarlık yapıyor. Ötekiler diye nitelendirdiği gençler ise Üniversite ve Yüksek Okullardan bir an önce mezun olup Türk Milletine hizmete koşmak isteyen Ülkücü gençlerdir. Bu gençler aşırı Solcu-Anarşist unsurların her türlü çatışmalarına, silahlı saldırılarına karşı gazi olmak, şehit olmak, uzun yıllar cezaevleri’ nde kalmak pahasına, Türk devleti’ nin namusunu, milletimizin mukaddeslerini çiğnetmemek için fakültelerine devam etmeye çalışırken Korkut ÖZAL’ın bizimkiler dediği sözde çok Müslüman bazı gençler her zillete katlanarak rahatça okullarına devam ediyor, mezun olup devlet ve siyaset hayatın da önemli yerlere geliyorlardı.

Türkiye de sözde İslamcılık adına siyaset yapan bazı zevatın Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin varlığına kastetme konusunda aşırı solcu anarşist unsurlardan farklı düşünmediklerini devlet eski Bakanı Sadi SOMUNCUOĞLU bizzat yaşadığı bir hadiseyi anlatarak bu konuda çarpıcı bir örnek vermektedir. “1977 genel seçimlerinden sonra MHP 16 Milletvekili ile Meclise girmişti. MSP Adıyaman Milletvekili Abdurrahman ÜNSAL, bana ve Merhum Nevzat KÖSOĞLU’ na biraz konuşabilir miyiz?” dedi. Meclis kulisine çıktık bize hitaben:

- Siz MHP’liler neden komünistlerin Türk devletini yıkma çabalarına karşı çıkıyorsunuz

- Çünkü devlet bizim devletimiz Türkiye Cumhuriyet’i Devleti ayakta kalmazsa yeryüzün deki Türk varlığı yok olur İslam dünyası büyük zarar görür, Türk devleti yaşar ve güçlü olursa İslam dünyası da ayakta kalır ve güçlü olur.

- Biz Türk devletini yıkamadık bırakın komünistler yıksın ki biz de kendi devletimizi kuralım.

   Abdurrahman ÜNSAL bu konuşmasının ardından bizim tepkimiz üzerine yanımızdan ayrıldı.”  (2)

 Bu iki utanç verici örnek bile Türkiye’nin yakın tarihin de yaşanan açılım ve çözüm süreçlerinin Türk milletine yaşatılan “yeni bir kara gün” ü , bazı politikacılar ve yandaş köse yazarlarının bölücü başı ÖCALAN a yaptıkları güzellemeleri , Oslo görüşmelerini, meşhur Diyarbakır mitingini , Dolmabahçe mutabakatına Cumhuriyet’in kuruluş yıldönümünde Türk topraklarından geçirilen Peşmerge’lerin ne anlama geldiğini anlamak bakımından önem arz etmektedir.  

  Geriye dönersek Aşırı Solcu-Anarşist ve bölücü unsurlar 1974 affı ile cezaevlerinden salıverildikten sonra ilk işleri, önceden olduğu gibi üniversiteleri işgal etmek ve kendilerinden olmayan yahut itaat etmeyenleri içeri almamak oldu. Hareket giderek mahalle ve sokaklara yayıldı. Bu eylemler, üniversiteleri Marksistlere teslim etmek istemeyen ve okumak isteyen öğrencilerin direnciyle karşılaştı. Bu gençler, kendilerini niçin güvenlik kuvvetlerinin yerine koydular? O zamanlar sağa da sola da karşı olanların en çok tekrarladıkları propaganda bu idi: “Devletin ve ordunun her kademesini sarmıştı. Halbuki o günlerin rayları, ta 27 Mayıs sonrasında döşenmişti: üniversite özerkti, çağrılmadan güvenlik kuvvetleri giremezdi; üniversitede yöneticilerin katkıları veya boyun eğmesi sonucu işgal altında olduğu için güvenlik kuvvetleri çağrılmazdı. Yani güvenlik kuvvetleri kapıdan içeri giremiyor ki, öğrencileri de soksun! Bu durumda tercih fazla değildir, ya boyun eğeceksin veya dövüşeceksin!

“Yüzbinlerce gencin arasında dövüşmeyi seçenlere “Ülkücüler” denildi ve sözünü ettiğimiz yıllarda yaşadılar ve öldüler. Sanmayın ki Ülkücüler sadece okula girmek için kendilerini ateşe attılar, hayır. Sadece dini ve milli mukaddesleri ile alay edilmesi yahut aşağılanması da değil, onlar bu mücadelenin bu saldırıların ardındaki güçleri çok iyi görüyor ve sonucu kestiriyorlardı. Devletin en üst kademelerindeki insanlar beynelminel komünizmin kesif propagandaları karşısında tepkisiz kalıp Marksist sloganları uyku hapı gibi yutarken bu gençlerin algılama gücü doğuştan mı geliyordu? Bir bakıma evet; Anadolu’dan kirlenmemiş idraklerle geliyorlardı.

 Onları karşınıza alıp da, “bizim asıl meselemiz mücerret sosyalizm veya Marksizm değildir. Bu ideoloji bugün, tarihi Rus emperyalizminin yeni bir silahı olmuştur. Türk dünyasının hemen bütününü bu silahla pençesine düşüren Rusya şimdi de Türkiye üzerinde aynı oyunu oynamaktadır. Biz ne Amerikan imparatorluğunun ne kapitalist emperyalizmin taraftarı değiliz. Türkiye’deki servet sahiplerinin de bekçisi değiliz. Ayrıca meşru yollardan kazanılan servet ve imkanlara da düşman değiliz. Biz Türklüğün savunucularıyız. Onun ebediyen var olmasının mücadelesini veriyoruz. Yabancılaşmadan çağdaşlaşmış, milli iradeye saygılı lekesiz ve gölgesiz bir adalet nizamını, hukukun üstünlüğünü esas alan bir devlet anlayışı ile iktisaden geri kalmışlıktan kurtulmuş, sanayileşmiş, milletlerarasında itibarlı, kalkınmış yüz milyonluk milliyetçi büyük Türkiye’nin inşa mücadelesini veriyoruz.” dediğinizde benzeri sözleri yüreklerinin ta derinlerinde duymak o gençler için hiç de zor olmuyordu. Çünkü Anadolu’dan kıblesi doğru olarak geliyorlardı; hiçbir ilave bilgileri olmasa da, görüyor ve seçiyorlardı; bayrağına saygı duymayanları, peygamberini aşağılamaya kalkanları onlar kendiliğinden tanıyorlardı. Milli Eğitim’in kitaplarında yazıp da çocukların kişiliklerine kazandıramadıklarını, Ülkücüler bir hamlede kalp bilgisi haline getiriyorlardı ve onun için de, nice bilgin geçinenlerin göremediğini görüyor, silahlı birliklerin yıkıldığı yerde onlar ayakta kalabiliyorlardı.

 Marksistler de aynı Anadolu çocuklarını, insanın doğuştan sahip olduğu o güzel adalet duygusundan yakalıyor ve kıblesini şaşırtıyorlardı; o kadar ki, kendi milletine, kendi devletine, kendi bayrağına karşı silahlı savaşa sokuyorlardı. Arkalarını beynelminel komünizmin geniş imkanlarına ve Marksist propagandalarının büyük birikimine yaslamış bu insanlara “cennetin” bu dünyada olmadığını anlatmak oldukça zordu.” (3)

 O yıllarda herkesin dilinde olan Soğuk Savaş sözü ise iki süper devletin liderlerinin beyanatları ve silah yarışmaları çerçevesinde anlamlandırılıyordu. Halbuki Sovyetler için gerçek Soğuk Savaş, ideolojik sempatisini kazandırdığı ülkeleri içeriden yıkmak ve sonunda dost bir hükümetin davetiyle o ülkeyi işgal etmekti.

 Sovyetlerin NATO bünyesindeki diğer ülkelerde gençlik hareketleri yahut sendikal faaliyetler seviyesinde kalan propaganda ve çabaları Türkiye’de son hedefine kadar zorlanıyordu.

 O yıllarda Türk toplumu iktisadi yapısı ve gelir dağılımı itibariyle henüz oturmamış, siyasi istikrarını sürekli kılmakta zorlanan bir Orta Doğu toplumu idi; ordu da en az siviller kadar bu propagandalara açık ve yatkındı. 12 Mart 1971 hareketi (muhtırası) yakın tehlikeyi önlemişti. Gizil güç olarak var olan kuvveti geriletemedi; askerlerin içerisindeki güç ise hiçbir zaman bilinemedi. Marksist hareket 1974’den itibaren silahlı eylemleri ile bu bastırışın intikamını aldı. Ayrıca propaganda faaliyetlerini o kadar artırdı ki, 12 Mart 1971 hareketini o günleri yaşayanlar nezdinde bile vatansever devrimci gençlere karşı yapılmış tek yanlı bir haksızlık olarak kabul ettirdiler.

 O kadar başarılı oldular ki, günümüzün parti başkanları bile o günün vatan-bayrak tanımazlarını, haksız yere idam edilen gençlik liderleri olarak anmaya başladılar. O zaman onlara itaat edenler bugün de onlara katıldılar. Bütün bu olgular, anlayanlar ve mukaddesleri yüreğinde taşıyanlar için Ülkücülerin değerini yükseltmektedir. Sovyetler Birliği son denemesini Afganistan’da yaptı. Dost bir hükümet kuran BabrakKarmal hemen Rus birliklerini çağırdı. Rus ordusu mutadı veçhile yürüdü; ancak bu sefer silahlı aşiret liderleri ile karşılaştı; bunlar zorlu bir güç oluşturmuştu ve Sovyetler de içinden çökmeye-çözülmeye başlamıştı. Sovyetler birliği Afganistan’da başarısızlığa uğradı.

 1980’e gelirken Marksist hareketler öğretmenler ve emniyet güçleri arasında da örgütlenmişlerdi. Bir yandan da Ankara’da, Kızılay’da sokak ortasında polis vuruyorlardı. Marksistler 12 Mart dönemini çok aşan bir güce ulaşmışlardı. Ama önce Ülkücü direnci kırmaları gerekiyordu, bunu yapamadılar.

 Toplumda tansiyonun giderek yükselmesi, huzursuzluğun sosyal bir mahiyet almasına, ideolojik kamplaşmaların inanç çatışmalarının ön plana çıkmasına yol açtı. Sol örgütlerin taban kazanmak amacıyla bazı kritik bölgelerde yürüttüğü çalışmalar özellikle Alevi vatandaşlarımızın yoğun yaşadığı yerlerde kitlesel çatışma ortamı hazırladı. Bu gerginlik başkentin varoşlarına da yansıdı. Gecekondu bölgelerinde ağırlıklı olarak çoğu kere hemşehrilik dayanışması esaslı mülkiyet rekabetlerinden ve hakimiyet hesaplarından kaynaklanan gerilimler, husumete dönüştü, kavgalar çıktı.

 Bu ortam çok geçmeden silahlı çatışmalara yol açtı. Alevi vatandaşlar geleneksel olarak CHP sempatizanıydı. Bölgelerde faaliyet gösteren örgüt elemanları aracılığı ile duygusal bağlantılar daha organize hale getirildi. Bu durumda kendilerini yalnız ve desteksiz gören diğer inanç kesimlerindeki yurttaşlar ise komünizm ve bölücülükle mücadeleyi varlık sebebi sayan MHP'yi kendilerine yakın buldular. Kalabalık gruplar halinde bu Parti’ye yöneldiler.

 Böylece MHP imkânların her açıdan çok sınırlı olması sebebiyle güçlü bir propaganda ve teşkilat çalışması yapamamasına rağmen seçimde tam anlamıyla oy patlaması yapmayı başardı. MHP’nin yükselişi ileriki yıllarda da devam etti.

 CHP iktidarının uygulamalarına karşı 1978’in 15 Nisan'ında Ankara Tandoğan'da düzenlenen “zam, zülüm ve işkenceyi Tel’in mitingi” ne 500.000'e yakın insanın katılması, topluluğun coşku ve heyecanı, siyasi görünümün ötesinde, sosyolojik bir olaydır. O gün bütün sol unsurlar MHP yönetime el koyacak korkusu ile Ankara’yı terk etmişlerdi.

 “Mamak mahkemelerinin kararıyla tahliye olduktan sonra Mevki Askeri Hastanesi’nde tutuklu olan TÜRKEŞ bey beni Harp Okulu yıllarından Kenan EVREN’ in ve kendisinin sınıf arkadaşı olan bir emekli Albay’a gönderdi (Emekli Albay’ın adı biz de mahfuzdur) bu Albay 27 Mayıs Askeri Darbesin de emekli olmadan önce devlette çok önemli görevler üstlenmişti. Kendisinden Mamak Mahkemelerinin bir an önce ve adaletle neticelenmesi için Kenan EVREN’ le görüşmesini istemiştik. 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi öncesi Türkiye’sinin bir çok meselesini de sohbet etme imkanımız oldu.

-Albay bana: “Sizinle ilgili karar 15 Nisan 1978 de ki Büyük Yürüyüş ’ten sonra verildi ”dedi.

 Emekli Albay’ın bu sözleri bile devletin içinde ki bir takım karanlık odakların ve dış güçlerin Milliyetçi Hareketin geniş kitlelerin teveccühüne mazhar olmasından nasıl rahatsız olduklarının bir göstergesidir.” (2)

 Türkiye’ ye 1980 öncesi  , Doğu Avrupa ülkelerinden gemiler dolusu silah, mermi ve patlayıcı getirilerek dağıtıldı. Üniversiteler, bazı liseler, fabrikalar ve devlet tesisleri, silahlı militanlar tarafından işgal edildi. İzmir'de TARİŞ tesislerine asker ve polis günlerce giremedi.

 Her kademedeki MHP yöneticileri, milliyetçi kuruluş mensupları, bu fikri benimseyen her meslekten aydınlar, bürokratlar, mahalli yöneticiler, siyasetçiler, sendikacılar, öğretmenler ve özellikle ülkücü gençler hedef konumundaydılar.

 Devletin güvenlik güçleri, “sokaklar yürümekle aşınmaz” yahut “boykot da bir işgal de”, beyanatlarıyla vakit geçirenlerin bulacağı çözümlerle oyalanacağına, hadiselerin başında üniversiteye girip eğitim imkanını sağlayabilseydiler, ateş yayılmadan sönebilecekti.

 

 

 

1)ULUER Bülent: HABER TÜRK 08,09,2013 Mülakat (Kürşad OĞUZ)

 Bülent ULUER (DEV-GENÇ eski Genel Başkanı) 12 Eylül’ün hemen ertesi günü vur emri ile aranan beş kişiden biriydi önce Filistin’e kaçıp el-fetih’ e katıldı. Lübnan da hapisten kurtulup Fransa ya irtica etti.

 Bu belgeyi bize temin eden BİZİM OCAK eski GENEL BAŞKANI GAZETECİ YAZAR Servet AVCI

2) MHP eski genel başkan yardımcısı, Devlet eski bakanı Sayın Sadi Somuncuoğlu ile 15.09.2018 tarihinde yaptığımız mülakatın bir bölümü.

3) Kösoglu Nevzat, Türkyurdu, Eylül 2010, Sayı 277, ss.4-6.

Düzeltme: Yazımızın üçüncü bölümünün ikinci sayfasında Sayın Sadi Somuncuoğlu’nun CKMP’nin gençlik işlerinden sorumlu müşavirliğine getirildiğini sehven yazmışız. Doğrusu, Sadi Somuncuoğlu’nun 1967 yılından itibaren CKMP Gençlik Kolları Genel Başkanlığına getirildiğidir.