Recep İvedik ve Beş Minare

Biri gelenekten yoksun ve medeniyetten bihaber cehaletin etkisiyle dejenere edilmiş toplumda maganda argosu ile konuşan kaba, saba ve yoz bir nesli beyaz perdeye taşıyor. Diğeri acılarla yoğurulmuş Anadolu insanının dramını... Recep İvedik gençliği tasasız ve gayesiz yalnızca reklam spotlarıyla konuşarak asalak bir hayat yaşarken öteki kahramanlar yılların çilesiyle demlenmiş özgüvene dayanan dinginlikle sorunlara çözüm arıyor. Aynı dağdan ve birbirine çok yakın kaynaklardan çıkan acı ve tatlı sular gibi aramızdan geçip farklı mecralara akıp gidiyor.
Mahsun Kırmızıgül, “New York’ta Beş Minare” eseriyle müzisyenlik ve oyunculuk yeteneğinin yanısıra senaryo yazarlığı ve yönetmenlik hususlarında da başarısını ispatladı. Önyargılı bakışlar elbette ki değişmeyecektir. Bakın Kırmızıgül’ün bundan önceki Güneşi Gördüm filmi için birisi neler yazıyor: “Bir filmin galası hem Yozgat hem Diyarbakır’da yapılabiliyorsa ve bu iki bölgenin farklı olan değerlerini eğer ele almışsa; mutlaka ikisinden biri memnun kalmayacaktır.” Hızını alamayan vatandaş daha da ileri gidip Kırmızıgül’ü sahtekarlık yapıp müşteriyi kandırmakla dahi suçluyor. Yabancı stratejistlerin ülkemizi bir köşesinden ayırdıkları haritalarla çizmesinden daha tehlikeli bir zihniyet parçalanması var.
New York’ta Beş Minare’de dünyayı ateşe veren ‘deccal’ tipine karşılık kan davalarını unutturmak amacıyla kendini gurbete mahkum eden ‘hacı’ karakterine yer veriliyor. Yeryüzünü fesada boğan harici bozması fanatikler için İslam düşmanları için kullanılan ’deccal’kodunun seçilmesi de manidar. Herkesin birbirine düşman nazarıyla baktığı soğuk savaş dönemine ait batı tasarımında binlerce kader mahkumu, mahpus damlarında çürüdü. Niceleri de derdini bile anlatamadığı bir uzak diyarlarda memleketine döneceği günleri saydı ve sayıyor. Ne civanlar arada heder olup gitti. Allah’ın bu memlekete ihsan ettiği güller zindan soğuğunda üşüyerek soldu.
Anadolu son yüz yıldır hep çilelerin ocağı oldu. Bağrında gurbetteki sevgiliye yakılan ağıtlar yankılandı. Öz yurdunda garip insanlar kendi memleketlerinde parya muamelesine tabi tutuldu. Fakat dehşet dengesi üzerine kurulu 70’li 80’li yılların adına destanlar yazılan kavgaları bugünkü gençlik için ne kadar da anlamsız bulunuyor. Çocuklarımız dizilerden seyrederek öğrendikleri anarşik kamplaşmalar ve çatışmalar hakkında, yüzlerine şaşkınlıkla baktığı orta yaşlı büyüklerine şu soruyu yöneltiyor: “Kardeş kardeşi vurur mu?” Bugün de ilerde aynı sorularla muhatap olacağımız kavgaları yaşamıyor muyuz? Ülkümüz anlatılamayacak kadar anlamsız, davalarımız da asılsız olmadığına ve nihayetinde daha güzel bir dünya hayal ettiğine göre öyleyse bizim kendimizi anlatmak ve temsil etmek noktasında eksikliklerimiz var demektir!
Birbirini dinlemeyen haliyle tanımadığı için de korkan ve düşmanlık besleyen kitlelerin buluşabileceği en güzel zemin bayram zamanlarıdır. Bir selamlaşma ve bir bayram merhabası çözümsüz zannedilen onlarca problemi bir çırpıda çözebilir. Vatanın ücra köşelerinde yahut sınırlarımızın çok uzağında binbir türlü belaya ve zulme maruz kitlelere götürülecek bir kurban payı neleri halletmez ki? Bugünün dava adamları; sınır tanımayan doktorları, hayırsever işadamları ve gayretli eğitim gönüllüleri dün hayal bile edemediğimiz güzel heyecanları bize yaşatıyor. Anadolu’nun farklı kültür ve medeniyetleri bir kazanda pişiren zenginliğini, Müslüman Türk insanının selamı ile bir Kurban bayramı hediyesi olarak dünyanın her köşesine taşıyor. Bayram ‘o bayram’ oluyor.

Yazarın Diğer Yazıları