Rüstemhanlı: Yazarı korkuyla barışmış bir toplum ruhunu kaybetmiş ve direncini yitirmiştir

Rüstemhanlı: Yazarı korkuyla barışmış bir toplum ruhunu kaybetmiş ve direncini yitirmiştir
Azerbaycan’ın ünlü halk şairi, yazar ve milletvekili Sabir Rüstemhanlı ile Yeniçağ’a konuştu. Rüstemhanlı “Yazarı korkuya alışmış veya daha net söylersem, korkuyla barışmış bir toplum ruhunu kaybetmiş ve direncini yitirmiştir.” dedi.

Yeniçağ Gazesi / Mayis Alizade

Azerbaycan’ın ünlü halk şairi, yazar ve milletvekili Sabir Rüstemhanlı Yeniçağ’a verdiği röportajda “Yazarı korkuya alışmış veya daha net söylersem, korkuyla barışmış bir toplum ruhunu kaybetmiş ve direncini yitirmiştir.” ifadelerini kullandı.

Türkiye’de kitapları en çok yayımlanmış Azerbaycanlı kalem sahibi olmanızın yanısıra toplumun daha çok tanıdığı Azerbaycanlı şair-yazar da sizsiniz. Okurlarımıza da kendinizi tanıtmanızı rica edebilir miyiz?

Rüstemhanlı: Türkiye’de kitabı en çok yayımlanan veya herkesten daha çok tanınan Azerbaycanlı kalem sahibi olmam konusunda sizden farklı bir düşünceye sahip olmamı ifade ederek başlayayım. Zira ben Azerbaycan’ın bağımsızlığını kazanması, pekiştirmesi ve aynı zamanda devlet yapısının güçlendirilmesi için verilen halk mücadelesinin önderlerinden biri, parti genel başkanı, parlamento üyesi ve bakan olarak görev yaptığım yıllarda artık sınırlar açıldığı için herkesin Türkiye’ye gitmesi ve canı isteyenin orada kendi kitabını çıkarması için fırsat ortaya çıkmıştı. İşte bundan dolayı benden daha fazla kitabı yayımlanmış kalem sahibinin olması da doğaldır.

Yazmak işin bir yanıysa eserlerinin içerde yayımlanması, dışarda çeşitli dillere çevrilerek basılması ve reklamı başlı başına bir iştir. Yazabildiğim kadar yazmama rağmen ben eserlerimin yayımlanması işiyle pek fazla uğraşamamış bir kalem sahibiyim. Türkiye’de çıkmış kitaplarım benim değil arkadaşlarımın özverili çalışmaları sayesinde mümkün olmuştur. Hepsine şükran borcum var, sağ olsunlar.

Birkaç ay önce İsveç’te yaşayan üniversite öğretim görevlisi Prof. Dr. Saadet Kerimi benim bir kitabım üzerine kaleme aldığı yazısında: “Sabir Rüstemhanlı’nın ‘Ömür Kitabı’nın Nobel Ödülüne aday gösterilmesi gerekir” diye yazmıştı. Prof. Dr. Kerimi bu kanıya Nobel Ödülü almış bir dizi farklı kitabı ‘Ömür Kitabı’yla kıyaslayarak varmıştı. Bu, bir samimi istekten ibaretti kuşkusuz. Ancak ne hazindir ki, Azerbaycan Yazarlar Birliği ve Ulusal Bilimler Akademisi, İsveçli bir akademisyenin titiz kıyaslamalar sonucunda gündeme getirdiği bu öneriyi ölüm sessizliğiyle karşıladı. Ülkemde herkesin kendini düşündüğü bir dönemden geçiyoruz maalesef. Oysa bu önerilerin her şeyden önce edebiyatımızın dünya çapında iyi tanınması bakımından desteklenmesi gerekir ve gerek STK’lar, gerekse bilim kurumlarımız bu önerilere asla kulak tıkamamalıdır. Ödülün verilip verilmeyeceğini asla düşünmeden eserlerin farklı dillere çevrilmesi ve basılması süreçleri koşulsuz desteklenmelidir.

Türkiye’ye daha Sovyet döneminde gitmiş az sayıdaki Azerbaycanlıların arasında olmamın yanısıra Türkiye’den Azerbaycan’a ilk kez gelenleri karşılayan da ben olmuşum. Türkiye’ye ilk gelişim sırasında tanıştığım ve ilk kitaplarımı Türkiye’de yayımlamış avukat İbrahim Bozyel’in zamansız ölümü canımı hep yakmıştır. Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Başkanı rahmetli Prof. Dr. Turan Yazgan ile kurduğumuz dostluk ilişkilerinin ürünlerinden biri Bakü’nün merkez caddesinde Vakfın kitap mağazasına kocaman bir yer tahsis etmem olmuştur. Hiç ayrılmadık, sonsuzluğa uğurladığımızda İstanbul Üniversitesi’nde yaptığım konuşmayı hatırladığımda hep gözyaşlarım yanaklarımı ıslatır. Türkiye’nin edebiyat, bilim, STK çevrelerinden edindiğim arkadaşlarımla ilişkilerimden hep memnun kalmışım. Azerbaycan’ın Karabağ sorununu, Hocalı soykırımına ilişkin gerçekleri, ‘Ermeni soykırımı’ gibi aslında tamamen iftiradan ibaret iddiaların iç yüzünü Türk toplumuna anlatmaya çalışmışım. Türkiye’nin edebiyat ortamını yakından tanıma fırsatı bulamadığımı burada samimiyetle itiraf etmem gerekir. Ankara’da, İstanbul’da, İzmir’de çıkmış kitaplarımın çoğunun Türkçeye çevirisini amatör buluyorum. Örneğin en değerli eserim olarak gördüğüm ‘Ömür Kitabı’nı öğrenciler kısaltarak çevirmiş ve bu yetmiyormuş gibi baskı tirajının tamamını Bakü’ye bana göndermişlerdi. Türkiye’de hiç kimsenin o kitabın çevirisini görmemesinin üzüntüsünü bugün de üzerimden atmış değilim. Türkiye’nin devletten büyük ölçüde bağımsız kitap yayımcılığı sektörüne dünyanın tüm halklarının yazarları yol bulduğu halde adına Türk Dünyası dediğimiz coğrafyanın yazarlarının oraya yolu maalesef hâlâ kapalı durumdadır. İşte bundan dolayı Türk okuru yarım asırdan buyana Cengiz Aytmatov dışında kimseyi tanımıyor. İşte ben de “Bu ortamda tanınan bir yazarım” deme iddiasını taşımıyorum.

Ancak her şeye rağmen yaklaşık kırk seneden bu yana gururlandığım olaylar vardır. Örneğin 1987 yılında Türkiye’ye ilk gidişimde Erzurum’da yayımlanan Türkiye gazetesinde çıkmış röportajımın başlığı “Türkiye’nin yüzünü Doğu’ya çevirmesi gerekir”di. Daha delikanlılık dönemimden Avrupa hayranlığının biz Türklere bir fayda sağlamayacağını görüp Türk Birliği düşüncesini yaygınlaştırmış bir fikir adamıyım. Türk Parlamentosu, Türk Bilimler Akademisi düşüncesini de 1992 ilkbaharında Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde bağımsızlığı kısa süre önce kazanmış Türk Devletlerinin her birinden iki milletvekilinin katılımıyla düzenlenen bir toplantıda biz ortaya atmıştık. Kaplumbağa hızıyla olsa bile günümüzde bu düşüncelerimizin gerçekleşmesinden duyduğum mutluluğu ifade etmek istiyorum.

Kendimi tanıtmama gelince; En zor görevi sırtıma yüklüyorsunuz. Uzun hayat ve yaratıcılık yolumu nasıl özetleyebileceğimi düşünüyorum. Bütün Azerbaycan’ın Güney sınırındaki(günümüz İran İslam Cumhuriyeti sınırları içinde kalıyor maalesef) bir köyde 20 Mayıs 1946’da doğmuşum. Altmış seneden bu yana kaleme aldığım yazılarımda ikiye parçalanmış Azerbaycan’ın bütünleşmesi konusu hep en planda olmuştur. Bakü Devlet Üniversitesi Filoloji Fakültesi mezunu olmamın yanısıra Filoloji dalında doktora tezi savunmuşum. 10 sene Edebiyat ve Güzel Sanatlar gazetesinde editörlük yaptıktan sonra henüz 32 yaşımdayken Yazıcı Yayınevi’nin Genel Yayın Yönetmenliği gibi ağır ve sorumluluk isteyen bir görevi üstlenmişim. Azerbaycan’da, Türkiye’de, Özbekistan’da, Gürcüstan’da, Almanya’da, İngiltere’de, İsveç’te, İran’da, Rusya’da doksanın üzerinde kitabım ışık yüzü görmüştür. Bakü’de 1988’de yayımlanmış Ömür Kitabı isimli eserim şimdiye kadar en çok basılan ve okunan kitap hüviyetini taşıyor ve tevazudan bir nebze kadar uzak olmasına rağmen mazur görünüz, kitabımın kızlara çeyiz olarak verildiği dönemler de olmuştur. Azerbaycan’ın bağımsızlığı uğruna başlatılan muazzam toplumsal harekâtın kurucularından ve önderlerinden biri olmamı tarih artık kendi sayfalıarına not edeli çok olmuştur. 1 milyon insanın katılımıyla yaklaşık 2 hafta sürmüş meydan gösterilerini yönetmenin asla kolay olmadığını okurların da onaylayacağına inanıyorum. 1989’da daha Sovyet yönetiminin sürdüğü dönemde ülkemizin ilk bağımsız matbu organı Azerbaycan Gazetesi’nin imtiyaz sahipliğinin yanısıra Genel Yayın Yönetmenliğini de üstlenmiştim. İlerleyen dönemde birkaç gazete ve derginin hem imtiyaz sahibi olmuş ve hem de Genel Yayın Yönetmenliği yapmışım. Dört sene ve hem de en sıkıntılı dönemlerde Azerbaycan’ın Basın ve Enformasyon Bakanlığı görevini yürüttükten sonra parlameto üyeliği görevime odaklanmak için bakanlık koltuğunu bırakmışım. Ünlü Leh şair Adam Mitskevich’in(Ebedi istirahatgahı İstanbul’dadır) şiirlerini Azerbaycan Türkçesine çevirdiğim için Polonya’nın Kültür Emekçisi titrine layık görülmüşüm. 1990 yılından bu yana sadece beş yıllık bir arayla Azerbaycan Millî Meclisi’nde miletvekili olarak görev yapıyorum. Ana amacı iki yere parçalanmış Azerbaycan’ı birleştirmek olan Dünya Azerbaycanlıları Kongresi Eşbaşkanıyım. Millî Meclis’te temsil edilen Vatandaş Dayanışması Partisi Genel Başkanı’yım. Edebiyat alanındaki çalışmalarımdan dolayı Halk Şairi titrine layık görülmüşüm. Ve nihayet Azerbaycan Dil Kurumu Başkanlığı görevini de aksatmadan yürütmekteyim. Günde kaç saat çalıştığımı siz tahmin edin.

Siz, Stalin’in 1937 yılında gerçekleştirdiği sayısız aydın infazlarından sonra 1960’larda rahmetli Bahtiyar Vahabzade ve Halil Rıza ile birlikte Azerbaycan’ın bağımsızlığına kavuşması için verilen mücadelede kalemini ustalıkla kullanmış yaratıcı bir insansınız. Mücadeleniz “Milleti özgürlüğüne kalem sahibi kavuşturuyor” gerçeğinin örneğini teşkil ediyor. Türk okuruna bu hususta neler söylemek isterdiniz?

Rüstemhanlı: Demokrasi tarihimizin köşe taşlarından biri, dünyaca ünlü yazarımız Celil Mehmetkuluzade geçtiğimiz yüzyılın başlarında: “Kalemin kutsal vazifesi halkın mutluluğu yolunda çalışmaktır” diye yazmıştı. Milletin ruhunu yansıtan söz sanatının sayesinde yüzyıllar boyunca ulusun kimliği, dili, tarihi hafızası, mücadele azim ve kararlılığı, özgürlük aşkı, bağımsız varolma gücü ve manevi değerleri korunmuştur. Siyasi beceriksizlikler Fars ve Rus işgaline, ilahiyat ise Arap işgaline çıgırlar açtığında halkımızın kendi Türk kökeninin üstünde diri kalmasını millî edebiyatımız sağlamıştır. İşte bundan dolayıdır ki, tarih boyunca düşmanlarımız ulusun gören gözü ve konuşan dili konumundaki edebiyat insanlarını, aydınları saf dışı bırakmaya, imha etmeye çalışmışlar. Bağımsızdevletlerin temel taşını her zaman söz sanatının yaratıcıları ve hümanist düşünce sahibi insanlar oluşturmuştur. 28 Mayıs 1918’de Şarkın ilk Cumhuriyeti olan Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti’ni ilan edenler gibi 1991’de Bağımsızlık Deklarasyonu’muzun altına imza atanların önemli kısmı yine kalem sahipleriydi.

Geçtiğimiz yüzyılın 70-80’li yıllarında Azerbaycan’da kayda değer bir millî uyanış söz konusuydu. Tarih bilincinin güçlenmesi, ulusal düzeyde kendini idrak, Türk dünyası ve aynı zamanda İran’daki(Güney Azerbaycan) kardeşlerimizle irtibatları güçlendirme isteği ortaya bir Rönesans atmosferi çıkarmıştı. Azerbaycan’ın edebiyatı, şairlerimizin ve öykü-roman yazarlarımızın eserlerindeki enerjik vatandaşlık duygusu sürece öncülük ediyordu. Edebiyatımızın güçlü kalem sahipleri sık sık üniversitelerde, hatta liselerde, fabrikalarda, köylerde öğrencilerimizle, işçilerimizle, köylülerimizle biraraya gelerek tüm fırsatları değerlendiriyor, uyanışa katkısını sunuyordu. Ulusal kaderimizde edebiyatımızın rolü çok önemliydi. Çünkü toplum edebiyat insanlarının söylediklerini çok önemsemekle kalmayıp aynı zamanda etkileniyordu. Büyük tirajlarla basılan kitaplarımız insanların acılarına ilaç oluyordu. Bizim peşimizden gelen toplum bireyleri eylemlerde kitaplarımızı ellerinde bayrak gibi başlarının üzerinde tutuyordu.

Türk’ün mazisinden Dedem Korkut’un Kitabı’nı, Divan-i Lugat-it Türk’ü, Manas’ı, Nizami Gencevi’yi, Nesimi’yi, Nevai’yi, Fuzuli’yi, Yunus’u, Hacı Bayram Veli’yi, Karacaoğlan’ı, Şah İsmail Hatai’yi, Pir Sultan Abdal’ı, Molla Penah Vagıf’ı, Mirza Fethali Ahundzade’yi, Namık Kemal’i, Mirza Ali Ekper Sabir’i, Şinasi’yi, Mehmet Akif Ersoy’u ve bu gibi yüzlerce söz ustasının eserlerini ve halk edebiyatını çıkarırsanız yerde elle tutulacak ne kalır acaba? Dil, edebiyatı muhafaza ettiği gibi edebiyat da dili yaşatıyor. Eski Yunan mitosu ve felsefesi olmadan günümüz Yunanistan’ını,Firdevsi’nin Şahname’si olmadan Farslaştırılmış bir İran’ı, Shakespeare’siz bir İngiltere’yi, Cervantes’siz İspanya’yı ve nihayet Kur’an-i Kerim’siz Arap dünyasını gözünüzün önünde canlandırabiliyor musunuz?

Azerbaycan daha bağımsız olmadan parlamento üyesi seçilmiştiniz ve otuz üç seneden bu yana milletvekili olarak siyasi faaliyetlerinize devam etmektesiniz. Edebi bir kişiliğin özgür dünyasıyla siyasetin kısıtlayıcı kriterleri sizi etkiledi mi? Etkilemediyse, nedenini açıklar mısınız?

Rüstemhanlı: Öncelikle şunu netleştireyim; Otuz üç senelik sürenin beş senesinde parlamentoda bulunmadım, bunun nedeni aday olmamamdı (2015-2020 dönemi). Milletvekili olmamla olmamamın arasında pek bir fark göremedim. Çünkü vatandaşlar sorunlarını çözüme kavuşturmak için yine benim her zaman kendilerine sonuna kadar açık olan kapımı çalıyordu. Toplumun bana duyduğu bu güvenin ve sevginin mutluluğunu yaşıyorum. Ben siyasete edebiyattan, edebiyatın bana kazandırdığı sevginin ve saygınlığın içinden geçerek gelmişim. Edebiyat ve siyaset tamamen farklı alanlar olmalarına rağmen geçmişten günümüze kadar hiçbir önemli yazar milletinin kaderinden ve o kaderi belirleyen politikadan uzakta kalmamış, kalamamıştır. Bu bağlamda benim politika alanındaki çalışmalarım edebiyat alemindeki çalışmalarımın devamı niteliğinde olup bu iki alanın biri ötekini tamamlamakta ve zenginleştirmektedir. Zamanımı almasına rağmen siyaset özgür dünyama ciddi etki yapamamıştır. Muhalefet partisi lideri olarak çok eleştiriler almış ve sıkıntılı anlar, hatta günler geçirmişim. Ancak bunun, düşmanla yüz yüze durmuş bir milletin ve devletin millî birliği ve toplumsal dayanışmasının tek doğru ideolojisi olduğunu bildiğim ve buna inandığım için hep inançlı ve kararlı olmuşumdur. Topraklarımızı işgalden kurtarmak için girdiğimiz son savaşta kazandığımız zaferde kahraman ordumuzun yanısıra milletle devlet arasında oluşmuş bu dayanışmanın büyük rolü oldu. Benim siyasi faaliyetlerimin temelini işte bu birlik düşüncesi ve insan sevgisi teşkil ediyor. Bunun kaynağının edebiyat, edebiyatın ise ezeli ve dünya durdukça devam edecek temasının da insan olacağını bir daha memnuniyetle ifade edebilirim.

Hâlihazırda Azerbaycan toplumunun yüzleştiği sorunları parlamento kürsüsünden gündeme getiren iki milletvekilinden biri sizsiniz. Ülkedeki hassaslıkları gözönünde bulundurduğumuzda bu cesareti ve gücü nereden aldığınızı sormak istiyoruz. Hep halkın içinde olmaktan mı, yaklaşık elli beş yılı bulan mücadele geçmişinizden mi?

Yeniçağ: Azerbaycan Yazarlar Birliği’nin Genel Kurulunda esas konuşmayı ben yaparken amacım son 10-15 yıllık durumu ve kalem sahibi arkadaşlarımızın eserlerini objektif ve tavizsiz biçimde değerlendirmekti. Düşüncelerimi kâğıda döktüm. Yazarların eleştirilere karşı tahammülsüzlüğünü gözönünde bulundurduğunuzda aslında bunun zor bir iş olduğu da kendiliğinden ortaya çıkıyor. Ancak her şeye rağmen Genel Kurul benim birbuçuk saatlik konuşmamı adeta nefesini tutarak dinledi. Hiç kimseye taviz vermediğim için hiç kimse de kırgınlık yaşamadı. Bir süre sonra ünlü millî şairimiz Halil Rıza Ulutürk benim konuşmamı merkeze alarak ‘Natavan Kulübü’nde’ isimli manzum romanını kaleme aldı ve eserinde bana hayranlık ifade etti. Bu olayı anmamın ana nedeni edebi ve siyasi rotamda ve kaderimde, yürüdüğüm yolu okurlara göstermektir. Gücüm gerçekleri söylemekten ve toplumun bana olan sevgisine onun layık olduğu yanıtları vermemden kaynaklanıyor.

Yaklaşık dört yıl Azerbaycan’da Yayımcılık ve Enformasyon Bakanı oldunuz ve yaptığınız işlerden dolayı toplum bugün de sizi minnetle hatırlıyor. Azerbaycan’da gelir dağılımının adil olmamasından dolayı şimdi kitap satışıyla ilgili çok ciddi sorunlar mevcuttur. Bu konuda neler söylemek isterdiniz?

Rüstemhanlı: Bağımsızlığımızın en çok sıkıntısını çeken insanlar millete o bağımsızlığı kazandıran kalem sahiplerimiz, bilim insanlarımız oldu maalesef. Edebi eserlerin devlet tarafından yayımlanmasına sınır getirilmesinin yanı sıra yayınevleri özelleştirildi, tirajlar azaltıldı, telifler hepten bitirildi, kitap mağazaları kitapla asla ilgisi olmayan insanların eline geçti, köy kütüphanelerine yeni kitapların gönderilmesi işi de unutuldu. Hâliyle yeni edebiyat olmayınca kütüphaneye ilgi de asgariye inecektir. Şimdi bunu bahane ederek köylerdeki kütüphanelerin sayısını yarıya indiriyor veya adeta köydekilerin kütüphaneye ihtiyacı yokmuş gibi hepten kapatıyorlar...

Kitap okuyanların sayısı çok azaldı. Bunun bir nedeni de alfabe değişikliğinin doğurduğu geçici zorluklar oldu. Hayatım boyunca aslında şovenist bir rejim olan sosyalizme karşı mücadele etmeme rağmen bir hususun altını çizmem gerekir. Sadece yazarların değil tüm yaratıcı insanların sosyal durumunun sürekli iyileşmesine o sistem aşırı dikkat ediyordu. Yazarın topluma yürek sözünün ürünü olan kitabın durumuna günümüzde devlet dairelerinin yaklaşımı nasıldır? Bu konuya devlet dairelerini de katmamdan dolayı beni itham edenler de olabilir. Ancak edebiyata, yazara, kitaba, kitap ticaretine ve kitap evlerine olan genel yaklaşımı okur kitlesi değil de devlet dairelerindeki memurlar belirliyor ve onların yaklaşımı resmî politika haline geliyor. Latin alfabesinde basılmış kitaplara ihtiyacı gözönünde bulundurarak Azerbaycan Cumhurbaşkanı önemli bir adım attı ve milli edebiyatımızın yanısıra dünya edebiyatı klasiklerinin eserlerinin de Latin alfabesinde basılarak ortaokullar ve liseler için büyük tirajlarla basılmasına ilişkin kararname imzaladı.Senelerden buyana bu işe önemli miktarda para harcanıyor. Ben bu kararnameyi çok önemsememe rağmen iş sadece Cumhurbaşkanı kararnamesiyle çözüme kavuşmuyor. Bir müellifin 10-15 senede bir kere ve okullar için kitabının basılmasıyla da iş bitmiyor. Bir kısım kitabın sık sık ve çeşitli formatlarda basılması gerekir.

Kanımca devletin, çocuk edebiyatını, klasiklerimizi ve çağdaş edebiyatımızın seçili örneklerini planlı şekilde basma ve yazarlara telif verme geleneğini geri getirmesi lazım. Edebiyatın ve kitabın tamamen piyasanın insafına bırakılması doğru bir yaklaşım değildir. Bölgelerimizde kitap alma imkânlarının kısıtlandığını ve kitap satışının adeta unutulduğunu gözümüzün önüne getirdiğimizde devletin bu işleri desteklemesi dışında bir seçeneğin kalmadığının görülmesi ve ivedilikle gereken tedbirlerin alınması gerekir.

Özellikle 1789 Devrimi’nden günümüze kadar “Yaratıcı insanın toplumdaki yeri neresi olmalı?” konusu tartışılıyor ve bu çerçevede Fransa’nın eski Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle’ın “Jean Paul Sartre Fransa’dır” sözüne büyük değer atfediliyor. Sartre ise yazarın mutlak biçimde döneminin sosyal olaylarına karşı sessiz kalmamasını ve halkın yanında yer almasını istiyor. Bu konuda sizin görüşünüzü alabilir miyiz?

Rüstemhanlı: Cereyan eden olaylara asla sessiz kalmayıp aktif yazar-aydın pozisyonu sergilemiş Jean Paul Sartre benim de çok sevdiğim ve düşüncelerini paylaştığım önemli bir filozoftur aynı zamanda. Edebiyat önce okur, sonra ise halkın tamamı için yaratılıyor ve belirli manevi-ahlaki, psikolojik ve hatta terbiyevi anlamı varsa, artık bu durum ‘İyi ile Kötü’nün mücadelesinde yazarın yerini belirlemiş oluyor. Yazarın borcu İyi’liğin yanında yer almak olup dünyanın önemli söz ustalarının yüzyıllardan beri sürüp gelen mücadelesinin anlamı da işte bundan ibarettir. Bağımsızlığımızı elde etmemizden sonraki piyasa ekonomisi ve serbest pazar döneminde yazarlarımızın durumu beni sürekli düşünmeye sevkediyor. Bu durumdan bir an önce kurtulmamız için radikal adımların atılması gerekir.

whatsapp-image-2023-08-26-at-14-35-31-1.jpeg

Çoğu zaman vatan sevgisinin gözlerimi kör etmesi yüzünden kötüyü iyi görmek istemiş ve ümidimi hiçbir vakit yitirmemişim. En sıkıntılı günlerde bile “Durum düzelir, geçici zorluklar da geride kalacak, milletimiz soyludur, olumsuzlukların önüne geçerek eskinin kalıntılarının üstünü çizecek, zaman geçtikçe doğruluk, hak ve adalet yerini bulacaktır” diye pozitif düşüncelerimi asla terk etmemişim. Bu ufak dünyada bin türlü kendini koruma usullerine rağmen bulaşıcı hastalıklar nasıl ülkeden ülkeye yıldırım hızıyla sıçrıyorsa toplumlardaki manevi hastalıklar ve dertler de aynı şekilde yaygınlaşıyor. İşte bundan dolayı ne trajedileri, ne yenilikleri, ne sevinci ne de kederi bir ülke sınırları içine hapsedebilirsiniz.

Esasında söz ve toplum, edebiyat ve iktidar sorunları günümüzde evrensel sorunlar haline gelmiştir. Doğru söz söylemek ve gerçekleri yazma imkânları bizden katbekat yüksek olan Batılı yazarlar da “Doğruyu söyleyince aç kalma” tehlikesiyle karşılaşmalarından yakınıyorlar.

Nobel Ödülü konuşmasında ABD’li yazar William Faulkner geçtiğimiz yüzyılın ortalarında dünyayı sarmış ‘korku’ olgusuna dikkati çekerek her şeye rağmen sonuçta insanın zafer kazanacağına vurgu yapmıştı:

“Zamanımızın trajedisi kitle halinde ve cismen korku içinde yaşamamız olup uzun süreden bu yana bu durumda olmamızdan dolayı artık onunla barışmışızdır. İnsan ruhunun bunun dışında hiçbir sorunu yoktur. Yazar, korku denen o nesneyi ebediyen unutmalı ve sevgi, şeref, gurur, fedakârlık gibi eski, ebedi ve evrensel gerçeklerin dışında kalan her şeyi bir kenara atmalıdır. Bunu yapmadıkça yazar lanet tehlikesiyle yüz yüze kalacaktır”.

İşte ‘özgür’ diye tabir edilen ABD’nin, Nobel Ödülü almış dünyaca ünlü bir kalem sahibinin itirafıdır bu. Amaç yazarları korku gibi aşağılık bir duygudan kurtarmaktır. Dünyanın her bölgesinde objektif ve doğru sözün üzerinde korku kabusu dolaşmakta olup bu durum manevi ve fiziki terör saldırılarından başlayarak sesini okura ulaştıramamaya, basındaki yasaklara ve nihayet bir parça ekmeğe muhtaçlığa kadar sürüp gidiyor. Kalem sahiplerinin ana sorunu işte tüm bu olgulardır. Azerbaycan’da tüm bunların dışında cahilliğin, yobazlığın ve dini hurafanın kendine has tehdit metotları var(ölüm fetvaları da dahil) ve bu metotlar dışardakilerle çok örtüşüyor.

Ancak unutmamamız gereken evrensel kural şudur ki, yazarı korkuya alışmış veya daha net söylersem, korkuyla barışmış bir toplum ruhunu kaybetmiş ve direncini yitirmiştir.

Yazarları iktidar-muhalefet çatışmasında taraf tutar hale getirmeyi ve bunu kullanmayı, dünyanın ve mensup olduğu toplumun sorunlarını dile getiren kalem sahiplerini herhangi bir siyasi akıma katarak damgalamayı doğru bulmuyorum. Çünkü gerçek yazar hep halkın ve hakkın safında yer alıyor ve durum el verdikçe günlük cılız siyasi tartışmaların dışında uzun vadeli millî idealleri düşünüyor…

Türkiye’nin edebiyat dünyasına mümkün en üst mertebede entegre olmak için bundan sonra hangi adımları atmayı düşünüyorsunuz?

Rüstemhanlı: Bana göre Türkiye ile Azerbaycan artık ‘Bir millet iki devlet’ sürecinden ‘Bir millet tek devlet’ sürecine geçmelidir. Azerbaycan ordusunun yapısının güçlendirilmesi sürecinde biz bunun olumlu sonuçlarını gördük ve mutluluğunu yaşadık. Türkiye ile Azerbaycan arasındaki entegrasyon süreci kişisel insiyatiflerin yanısıra başta yaratıcılık kurumları olmakla STK’ları, bilim-araştırma ve medya alanlarını kapsamalıdır. Türk Dünyası denilen bir gerçekliğin geleceği de işte bu bütünleşme ve hızlı örgütlenmelerle ilintilidir. Maalesef biz elimizdeki fırsatları kaybederek yürürken hızımızın da tatmin edici olduğunu söyleyemiyoruz.

Türk Birliği’nin genel iki sıkıntısı mevcut olup onlardan birincisi Ortak İletişim Dili, ikincisi ise Ortak Alfabe’dir. Otuz seneden bu yana tartışılmasına rağmen konuşmakla bu işlerin çözüme kavuşturulma olanağının ortaya çıkmayacağını da artık herkesin görmesi gerekir. Bana göre Latin Alfabesi’ne geçişte süreç dil uzmanlarına bırakılarak yanlış yapıldı. İşte bundan dolayı da farklı Türk Devletlerini temsil eden dil uzmanları “Bizde şu sesin olmasından dolayı alfabede harf işareti de olsun” diye dayattılar. Bunun sonucunda alfabeler arasında daha öncekilere nazaran daha fazla fark ortaya çıktı. Bu,yapıcı bir yaklaşım değil. Türk Devletleri’nin tüm devletlerimizin için ortak alfabeye geçmesi için siyasi bir karar almaları gerekirdi. Örneğin Ortak Alfabe için otuz harf kabul edilmeli tüm farklar bu otuz harfin ifade çerçevesine sığdırılması en pratik bir çözüm yoluydu.

‘Ortak Dil’ konusu da işin başlarında doğru anlaşılmamıştı. Çünkü ‘Ortak Dil’in değil de ‘İletişim Dili’nin söz konusu olması gerekirdi. Rusça tüm Türk Devletleri için ortak bir iletişim diliyken şimdi o görevi Türkiye Türkçesinin yerine getirmesi söz konusu olmalıdır. Bunun için Türk Devletlerinin tamamının ilkokullarında iki-üç sene Türkiye Türkçesinin öğretilmesi gerekir. Ve bu işin bu sene başlaması durumunda 10 sene sonra Türk Dünyası ülkeleri kendi aralarında hiçbir farklı dile ihtiyaç duymadan iletişime geçecektir. Yakınlaşma sürecini hızlandırmak yerine ortaya hep yeni engeller çıkarıyoruz maalesef. İlk ve ortaokullarında İngilizceyi, Fransızcayı, Arapçayı öğrencilere büyük şevkle öğreten Türk ülkelerinde Türkçenin de müfredata dahil edilmemesi esef doğuruyor. Düşmanın dilinin öğretilmesi için tüm imkanlar seferber edilirken kardeşin dilinin öğretilmesine kıskanç bir yaklaşım sergileniyor. Başka bir ilginç örnek vereceğim: Azerbaycan’ın tüm evlerinde Türkiye dizileri izlenirken konuşmaları herkes rahatlıkla anlıyor, kimi kelime ve ibarelerı anlamak ise pek uzun süre de almıyor. Bu süreç yeni kuşakların hızla Türkiye Türkçesini mükemmel biçimde öğrenmesine yardımcı oluyor. Adeta ‘millî namusu’ şahlanan bizim TV’den sorumlu memurlarımız sanki kasten büyük paralar harcayarak Türk dizilerinin çevirisini altyazıyla seyirciye sunuyorlar. Bu, ‘Ucube’ diye nitelendirdiğimiz durumun ta kendisidir. Oysa buna asla ihtiyaç bulunmamaktadır.

Entegrasyon işini zamana bırakmadan hızlı siyasi kararlar alarak zaman ve fazla vakit geçirmeden bu işi gerçekleştirme yanlısıyım. Otuz seneden bu yana gündeme getirdiğim kimi konuların hâlâ çözüme kavuşturulmaması beni üzmektedir.

Zor dönemden geçiyoruz. Bir yazar ve siyasetçi olarak benim Türkiye’ye entegrasyon sürecim Türkiye’nin tüm acılarını, sıkıntılarını, sevincini ve kederini kendi kişiliğimde yaşatmamla ve o duygularla yaşamamla doğrudan ilintilidir…