Sana bir şey sorabilir miyim?

Bu, herhangi bir suçlama, tehdit, hakâret ve hattâ tenkit unsuru bile taşımayan, üstelik nezâket yansıtan basit bir soru cümlesidir.
Fakat yapılan incelemeler, bu soruya muhâtap olan kişilerin neredeyse tamâmının -pek belli etmemeye çalışsalar da- derhal bir panik duygusuna kapıldıklarını, çok soğukkanlı olanların dahi endişeye düşmekten kendilerini alamadıklarını gösteriyor.
Evet, soru saydığım unsurların hiçbirini taşımıyor ama muhâtabının zihninde bunların en azından birini muhtemel hâle getiren vehimleri uyandırıveriyor.
Sorunun başına “Af edersin” ifâdesini ekleseniz bile durum pek değişmiyor. Neden?
Hani bir kelâmı mâruf vardır;  “Kişi bilmediğinin düşmanıdır” derler.
Bu ön sorunun tabiatında bulunan ’bilinmezlik’, daha ilk anda ne olduğunu bilmediği asıl sorunun muhâtap üzerinde bir tür baskı yâhut rahatsız edici bir dürtme etkisi yapmasına yol açıyor.
Diğer taraftan, hemen herkesin küçük de olsa hatâları, kusurları, hattâ başkaları tarafından bilinmesini, biliniyor olsa bile yüzüne vurulmasını istemediği irili ufaklı suçları, kabahatleri vardır.
Gâlibâ o yüzden, “Sana bir şey sorabilir miyim” sorusu muhatap tarafından kendisine yönelik bir  “sorgulamanın ilk sorusu” gibi algılanabiliyor. 
Öyle ya, meselâ şimdiye kadar hiç kimse size “Saat kaç?” veyâ  “Çakmağını alabilir miyim?”  gibi sorulardan önce “Sana bir şey sorabilir miyim” sorusunu sordu mu?

***

Son zamanlarda özellikle siyâsî konular üzerinde tartışırken, AKP’li  “dostlara”  da, şimdilerde âdetâ “savaş” îlân ettikleri  “kardeşlere” de bu soruyu sormaya gelmiyor. İktidâra öteden beri muhâlif olan birileriyle konuşurlarken, soruyu soran kim olursa olsun, belli ki tartışmanın geldiği noktada bu sorunun peşinden ne denli netâmeli sorulara muhâtap olacaklarını seziyorlar. Bu sebeple olsa gerek, ya suratlarını ekşiterek “Sen bana soru falan sorma!” diye tersliyorlar ya konuşmayı kayıt altına aldıkları hissini vermek için cep telefonunun bir-iki tuşuna bastıktan sonra kaşlarını yukarı kaldırarak öfkeli ve tehditkâr bir yüz ifâdesiyle  “Hadi sor bakalım, neymiş!” diyorlar.
Eeee, öfkelenenlerin tehditlerinden korksak Yeniçağ’da yazı yazmayız. Neyi soracaksak, neleri soracaksak soruyoruz tabii!

***

-Yâhu Zühdü! Bu senin liderin ilk zamanlar Ergenekon dâvâsı hakkında konuşurken, “Biz bu dâvânın savcısıyız” diyordu. Son bir iki yıl içinde ağız değiştirdi, içerideki subayları sâhiplenen bir dil kullanmaya başladı. Kendisine karşı “emniyet-yargı cuntası” nın hazırladığı darbeyi sezdi de onun için Ordu’nun gücünü arkasına mı almak istedi, ne dersin?
-Gerçekten merak ediyorum be Sâfi! Gezi olayları sırasında yaptıkları için seninkinin “Destan yazdılar”  diyerek göklere çıkardığı o polisler şimdi nasıl oldu da  “Çete” oldular, “Devlet içinde örgütlenmiş darbeciler” oldular?
-Bana söyler misin Hüsnü! Birileri senin  “Büyük lider” dediğin hattâ  “Dünyâ lideri” dediğin kişinin söylediği gibi emniyet ve yargı organlarına üstelik müdür, savcı, hâkim olarak sızıp bir “Paralel devlet” yapısı oluşturabilmişler ise, senin o liderinin yönettiği  “Meridyen devlet” bunu niye önlememiş, önleyememiş? O nasıl  “Büyük lider”, ne menem  “Dünyâ lideri”  oluyor? 

***

-A benim Derviş kardeşim! Hocanın yükseklik korkusu var da uçağa mı binemiyor, deniz tutuyor da gemiye mi binemiyor; aleyhine açılmış dâvâdan beraat ettiği, yürütülen bir soruşturma da bulunmadığı halde neden Türkiye’ye dönmüyor?
-Hoca her gün ‘tayyi mekân’ yapıyor olabilir mi Beşir emmi?
-Bana bak Şâkir! Bu işe Rufâiler karıştı diye bir lâf vardır. Acabâ bu sefer de öyle olduğu için mi, yolsuzluk ve rüşvet skandalının patlamasından hemen sonra hükümet yetkilileri tarafından yapılan suçlamalar üzerine gâyet mûtedil, teskin edici ve hattâ  “öbür yanağını gösterici”  bir uslûpla konuşan Hoca, birkaç gün sonra lâvdan farksız lânet püsküren bir krater gibi patladı, ne dersin?
Daha neler var ama yerimiz bu kadar.

Yazarın Diğer Yazıları