Sığınmacı istilası terörün kendisidir. ‘Göç artık masum değil’

Sığınmacı istilası terörün kendisidir. ‘Göç artık masum değil’
Son dönemin en çok konuşulan konusu olan sığınmacılar hakkında Kayahan Uygur dikkat çeken bir yazı kaleme aldı. İşte o yazı.

Hükümetin olmayan göç stratejisi ve açık kapı politikası uygulamaları ülkeyi göçmen akınlarının ana merkezi haline getirdi.

İkinci tur cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi en önemli konulardan bir tanesi de sığınmacıların gönderilip gönderilmeyeceği. Oda Tv yazarı Kayahan Uygur da bu konu hakkında köşesinde bir yazı kaleme alarak göç konusunu tüm yönleriyle inceledi. İşte o yazı;

''Seçim kampanyasının ana konularından biri haline gelen sığınmacı istilasını doğru değerlendirmek için konuya tüm yönleriyle bakmakta yarar var. Öncelikle, göçmenleri kestirme bir yaklaşımla savaş mağdurları olarak değerlendirmek bir çarpıtmadır. Aralarında geçici koruma statüsü verilmiş olan grup sadece Suriyelilerdir. Ama bu statü adı üstünde geçicidir. Ve onların coğrafya değiştirmeleri apar topar bir kaçışla da olmamıştır. Türkiye hükümetinin Batı destekli Suriye politikasının bir devamı olarak ülkeye gelmişlerdir ve hâlâ ülkede bulunmalarının nedeni de budur.

ESAT’LA BARIŞILACAKSA SURİYELİLER NEDEN HÂLÂ TÜRKİYE’DE?

Sığınmacı gerçeği İslamcı ideolojinin anlattığı “Ensar-muhacir” efsanesinden çok farklıdır. Suriye’deki iç savaşta Türkiye İslamcılığı çatışmada taraftı. Gelenler de o savaşın bir “cephesi” olmuşlardı. Dönemin Arap dünyası ikiye bölünmüş, Esat yönetimi tecrit edilmişti. Bugün ise bu durum çoktan geride kaldı. Esat’la Araplar barıştı. Türkiye’deki Suriyeliler en az 7 yıldır bayramlarda, yılbaşlarında ülkelerine gidip geliyorlar. Sınırdan güle eğlene dönüyorlar. Savaş ABD ve NATO’nun koruması altındaki küçük İdlib Emirliği dışında her yerde bitmiştir.

Dahası, Türkiye hükümeti de artık Esat’la barış sürecindedir. Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu Suriyeli meslektaşı Mikdat’la el sıkıştığına göre Suriyelilerin ülkelerinde güvenlik sorunu yaşadıklarına kim inanır? Halk bu söylemdeki çelişkiyi anlamayacak mıdır? Bunlar Suriyeli ya diğerleri? Sınırlardan ellerini kollarını sallayarak geçen fişek gibi delikanlılar Afgan ordusunun eski askerleridir. Geçiş yolları, ilişkileri, tüm gereksinimleri ayarlanmıştır. Türkiye’de sınırın az berisinde onları bekleyen araçlar var. Bu genç erkeklerin binlerce kilometre yolu nasıl kat ettikleri bellidir. Anlaşılan kimsenin bir sıkıntısı yok ki Taliban hükümeti bundan memnundur ve bu konuda değişik hükümetler arasında bir anlaşma olduğu açıktır.

İSLAM DEVLETİ PROJESİ Mİ?

Tüm bunlar bir yana, Arap-İslam kültüründen bir göçmen yığınının ülkemize gelişine paralel olarak yaşanan başka olaylar da var. Ülkenin en önemli zenginlikleri Körfez Arap sermayesinin eline geçiyor. Swap ve mevduatlarla 10 milyarlarca doları bulan ağır bir mali yük ülkemizi kapana sıkıştırmış durumda. Öte yandan Türk vatandaşlığı her isteyene para karşılığı satılıyor ve müşteriler hep Ortadoğu’dan. Arap kentlerindeki billboardlara Türk pasaportu reklamları konuluyor. Ülkede tek kelime Türkçe bilmeyen göçmenlere seri halde vatandaşlık dağıtılıyor.

Tüm bunları ülkemizde giderek etkisini arttıran Arap-İslamcı atmosfer, eğitim, kültür ve propagandayla birlikte düşündüğümüzde Arap coğrafyası uzantısı bir İslamcı rejime doğru dönüşüm apaçık ortadadır. Bu gerçeği ve rejim değişikliği sürecini kavramayanlar göçmenliğe ve göçe ilişkin Avrupa sol liberal tavrını Türkiye'de gözü kapalı taklit etmekte bir sakınca bulmayabilirler. Oysa mevcut durum o kadar vahimdir ki bu “polyannacılık” artık iyice zararlı olmaktadır. Eğer Avrupalı ve Amerikalılar Türkiye’deki mevcut iktidarın göçmenler konusundaki tavrını çok “takdir” ediyorlarsa göçmenleri kendileri alsınlar biz onları övelim. Ama uyarayım, biz onlara göçmenleri beslemeleri karşılığında onların bize ödedikleri gibi para ödeyemeyiz, onların hükümetlerini ayakta tutmak için de içişlerine karışamayız.

GÖÇMENLER SİLAH OLARAK KULLANILIYOR

Göçmen sorunu sadece ve tek başına insani bir konu şeklinde ele alınamaz. Göç ve göçmenliğin uluslararası ilişkilerde artık daha çok bir silah olarak kullanıldığı görülüyor. “Weapons of Mass Migration” yani göç silahı kavramı dünya bilimsel literatüründe uzun zamandır yerini almıştır. Göçün asli anlamı zor durumda olanlara yardım değildir. Göçmen yığınları bazı jeopolitik projeler çerçevesinde küresel planda silah olarak kullanılıp başka ülkelere sistematik olarak gönderiliyorlar. Ya da bazı hükümetler bu konuda şantaj yaparak siyasal güç ve para kazanıyorlar. Konunun en tanınmış uzmanlarından Kelly Greenhill’e göre göç silahı yakın tarihte bir istisna değildir, 1951-2021 arasında en az 81 kez kullanılmıştır.

İnsanları oradan oraya pinpon topu gibi yollamak aslında bir nüfus mühendisliğidir. Bu mühendislik yani “demographic engineering” tarihte çok sık rastlanmış bir uygulamadır. Son 50 yılda örneğin eski-Yugoslavya cumhuriyetlerinde, Kıbrıs uyuşmazlığında, Polonya ve Rusya’daki Almanlar sorununda, Gürcistan Osetya bölgesinde de bunu yaşadık. Bugün Türkiye’de yaşanan nüfus mühendisliği de benzer özellikler taşıyor.

Cumhuriyet karşıtı gruplar barışçı ve iki taraflı bir değişim olan 1923 mübadelesini dahi eleştirirler. Oysa 1923 mübadelesi ülkenin asıl merkez bölgelerinin Osmanlı tarafından kaybedilmesi sonucunda o bölgelerde kalan Türklerin yeni oluşan devletlerine yerleşmeleridir. O dönem 13-15 milyon nüfusu olan Türkiye’ye 500 bin mübadil gelmiştir. Yani nüfusun 1/30’u. O günkü tarihsel şartlarda zorunlu olan ve barışa hizmet eden bu uygulamaya kin kusanlar bugün ülkenin 1/6’sı kadar olan İslamcı Arap ve Afgan göçmenleri bağırlarına basıyorlar. Bu çelişki aslında Türk ulusuna karşı bir nefret söyleminin ifadesidir.

NÜFUS MÜHENDİSLİĞİ

Soykırım (genocide) sadece başka kavim ve ırklara karşı yapılmaz, kimi zaman belirli nitelikler taşıyan bir nüfus kesimine, hatta ülkenin çoğunluğuna karşı da uygulanabilir. Bazen de ülkenin çoğunluğu çeşitli yöntemlerle azınlığa düşürülür. Kuveyt emiri El Sabah’ın 1980’lerde kendisine karşı olan Kuveyt bedevilerini azınlığa düşürmek için Suudi Arabistan çöllerinde yaşayanlara vatandaşlık vererek ülkeye getirmesi bunun bir örneğidir. Bu şekilde El Sabah başını Filistin’den gelen aydınların çektiği muhalefeti susturmuş ve ülkedeki egemenliğini sürdürmüştür. Bu şekilde ülkenin kendi öz nüfusuna karşı uygulanan sistematik politikaya “democide” yani nüfus kırımı denilir. Türkiye’de böyle bir projenin adımları atılmıştır.

Bazen nüfus kırımı toplumun eğitimli bir kesimine yönelir. Örneğin Kamboçya diktatörü Pol Pot 1975-79 yılları arasında ülkede kendisinden daha eğitimli, diploması olan kim varsa hepsinin öldürülmesi emrini vermiştir. Sadece cahillerin hayatta kaldığı bir ülkeyi yönetmek ve yönlendirmek daha kolaydır kuşkusuz. İran’daki molla rejimi de 1980’lerden sonra okumuş yazmış ve meslek sahibi olanları ülkeden uzaklaştırmak için uğraşmıştır. Bu uygulama özünde Pol Pot’un aydın kırımı gibi bir insanlık suçudur. Bu tür eğilimler aslında ülkemizde de görülmektedir, “giderlerse gitsinler” tavrından vaz geçilip geçilmediği belli değildir.

DOĞU PAKİSTAN SOYKIRIMI VE GÖÇMENLİK

Soykırımın sadece başka halklara ya da dinlerin mensuplarına yönelik olduğu iddiası da yanlıştır. Pakistan’ın İslamcı cuntası 1971 yılında özgürlük isteyen Doğu Pakistan halkına karşı soykırım uygulamıştır. Pakistan nispeten daha laik ve daha solda olan Doğu’ya ayrımcılık yapıyordu. Doğu Pakistan halkı Avami (Halk) Partisi’nde örgütlendi. Bu parti 1970 yılında yapılan seçimlerde Doğu’daki vekilliklerin hemen hepsini kazandığı gibi Batı’da da başarı elde etti ve Meclis’teki 300 sandalyenin 160’ına sahip oldu.

Bunun üzerine ordu Doğu Pakistan’a el koydu. Önce üniversitelere saldırdı, öğrencileri ve başta doktor, mühendis, avukat gibi meslek sahiplerinin tümünü terörist sayarak öldürdü. Sivil direniş başlayınca toplu katliamlar oldu. 3 Milyon Doğu Pakistanlı öldürüldü. İnsanlar yığınlar halinde Diyubendi cemaatinin verdiği fetvalarla soykırıma uğratıldı. Tarikat müritleri ellerinde satırlarla askerlerin yanında sivil halkı kestiler.

Özgürlüğe kavuştuğunda Bengladeş adını alan Doğu Pakistan’da önemli bir Hindu azınlık vardı. Diyubendi hocalar ayak takımını şiddete teşvik için Hindu kadınların “ganimet” olduğunu ilan ettiler. Pakistan askerleri ve korucular 400 bin Bengalli kadına tecavüz ettiler. Umarım böyle felaketler hiçbir zaman ülkemizin başına gelmez.

Pakistan ayrıca soykırımı protesto eden Hindistan’ı korkutmak ve ona şantaj uygulamak için sınırdan 10 milyon sığınmacıyı zorla Hindistan’a göçmen olarak yolladı ya da tehcir etti. Konuyu Birleşmiş Milletler kürsüsünden Hint delegesi Samar Sen dile getirdi ama dünya ilgilenmedi. Çünkü o yıllarda Pakistan ABD ve müttefikleri tarafından desteklenmekteydi. Türkiye’deki 12 Mart cuntasının özel elemanları da bu olaylarda rol oynamışlardı.

Tüm 1971 yılı boyunca devam eden olaylarda Pakistan ordusunun milis gücü olarak kullandıkları İslamcı çeteler sonraki terör örgütlerinin de nüveleriydi. Bunlar arasında sistematik olarak Doğu Pakistan’a göç ettirilip Bengali kavminden insanların arasına yerleştirilen Hindistan Bihar kökenli etnik grup asıl gücü oluşturmaktaydı.

1970’lerin sonunda Ruslar Afganistan’a girince Pakistan’a 3 milyon Afgan sığınmacı geldi. Pakistan diktatörü Ziya Ül Hak bunları hem İslamcı terörist olarak yetiştirdi ve hem de Kelly Greenhill’in dediği gibi Afgan göçmenleri misafir ederek ABD’den para ve nükleer bomba imalatı için destek aldı. Ancak Pakistan istihbaratının asıl amacı göçmen çetelerini Keşmir ve başka yerlerde Hindistan’a karşı kullanmaktı. El Kaide ve diğer terör örgütleri buralardan türedi. Bengladeş soykırımında gelişen İslamcı gerilla teknikleri Afganistan’da da uygulandı. Ruslar çekildikten sonra bu faaliyetler sona ermedi, değişik istihbarat örgütlerine sunulacak bir altyapı bir kere oturmuştu. Ancak aradan 20-30 yıl geçtikten sonra Afganistan’dan getirilip müthiş Pakistan dostu sanılan Afgan Talibanları şimdi Pakistan’ın kendisi için büyük bir terör tehdidi halindeler, eylemleri son yıllarda iyice şiddetlendi.

GÖÇ ARTIK MASUM DEĞİL

Görüldüğü gibi göç ve göçmenlik hiç de masum konular değil. Kitlesel göç kışkırtmaları ise ya şantajla para koparmaya ve siyasal avantajlar elde etmeye ya da bir ülkenin demografik yapısını değiştirmeye yönelik… Batı hükümetleri açıkça beyan etmeseler de bu konular hakkında büyük bir bilgi birikimine sahipler.

Göç şantajı Türkiye’de kimilerinin sandığı gibi büyük bir buluş ya da siyasi deha eseri değil. Küba göçe izin verme tehdidiyle ABD’den yıllarca pek çok avantaj sağladı, aynı şekilde Nikaragua da. Büyük devletler kendileri için son analizde kârlı ise buna boyun eğmiş görünürler. Ama bir noktaya kadar…

Örneğin Küba ve Nikaragua’dan ilham alan Haiti de aynı şantaja devam etmişti. Kendi vatandaşlarını denizden ABD’ye yollama tehdidinde bulunuyordu. O kadar ki 2000’lerin başında Haiti lideri Aristide koltuğunu korumak için CIA’dan yardım istedi. Onu bir süre idare eden Amerika sonunda bıktı, Aristide bir anda kendini Orta Afrika’da sürgünde buldu.

Aynı yoldan Libya lideri Kaddafi de geçmişti. Bu yüzyılın başında defalarca Batı’yı tehdit etti. Teknoloji desteği istedi, mali yardım talebinde bulundu. Kaddafi’ye göre aksi halde denizden göndereceği Afrikalı yığınları Avrupa’yı birkaç yıl içinde “siyah ve Müslüman” bir kıta haline getirecekti. Avrupa Kaddafi’ye bazı tavizler de verdi ama çok sıkıldı, bu ihtirasları Libya’nın dünya liderinin sonu oldu.

KILIÇDAROĞLU İYI Kİ DEĞİNDİ

Ülkemizde göçmenler konusunda mağdur olan tek bir taraf var. O da halkımızdır. Suriyeliler üzerinden oynanan mağduriyet tiyatrosu ise iyice gülünç bir hale gelmiştir. Merhametle bir ilgisi de artık kalmamıştır. Bu konu da ülkemizin diğer temel sorunları gibi bir sistem sorunudur. Küresel boyutları, ekonomik, sosyal ve politik boyutları vardır ve ancak rasyonel yaklaşımla ve bilgiyle ele alınabilir. Kuşkusuz sığınmacı akımına ne kadar çabuk ve güçlü bir şekilde neşter vurulursa kangren riski o kadar azalır. Bir dönüm noktasındayız. Kılıçdaroğlu geçen hafta yaptığı çıkışla bu konuya değinmekle iyi yapmıştır.''

İlgili Haberler