Sinan Ateş’le davayı vurdular
Kim derdi ki, gün gelecek, içinden yüce dava adamlarının çıktığı, bayrağa taparcasına âşık insanların başını çektiği Ülkü Ocakları Genel Başkanı, Ankara’da vurulup öldürülecek de, o gün, Türkiye 7 şiddetinde bir depreme uğramış gibi sarsılmayacak?
Kim derdi ki, bir ülkü devi, kendi içinden ihanete uğrayacak da, biz, yaşayan gözler, işiten kulaklar, gönül dünyasından birbirine bağlı olduğunu sandığımız yürekler, ikiye üçe ve hatta beşe bölüneceğiz ve düşene, düşürülene göre ayrışacağız?
Söyler misiniz, kim derdi?
Hiç kimse!
Ama oldu. Yaşadık ve gördük.
İşte şimdi, Arif Nihat Asya’nın dediği gibi; “Ağlasın Meraga göklerinden/ Meraga’ya bakıp yıldızlarım.
Ağlasın Sut Gölü.”
Kutlu ocağa Ateş düştü!
Ruh dünyamıza, düşünce kanallarımıza anlam katan, değer oluşturan, her ne varsa paramparça oldu.
Sinan Ateş olayı, sadece bir cinayet sorunu değil. Aynı zamanda bir dava adamlığı ya da adamları sorunu. Bir fikir, düşünce, amaç, büyük ülkü ve onun meydana getirdiği bütünleşmenin kırılması sorunu. Her biri tek tek kalple birbirine tutunan koca, devasa bir kristal dağın tuzla buz olması gibi bir şey.
Sorun bu.
Çünkü kimin ne zaman ve kim istediğinde, Sinan’ın başına gelen bir olayla karşılaşıp karşılaşmayacağı belli değil.
Bu sebepledir ki Sinan Ateş olayı, aynı zamanda çok büyük bir güven sorunudur.
Sinan’ı öldürenler, aynı zamanda, fikir ve düşünce dünyamızın, bütün bu anlam haritasına, değerler sistemine, milliyetçi-ülkücü hafızaya, onun herkesi bir araya getiren ruhuna, böylece dava hukukunun ta kendisine kurşun sıktı.
Hâlen daha, sahiden ve cidden bütün kalbimizle “Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için” miyiz?
Kısacası bizzat Ülkü’yü vurdular.
Bu davanın şehitleri, iyi ki bu hâli görmedi. Bu davanın kahramanları, uluları, koca kalpli, asil ruhlu insanlarının çoğu ne yazık ki gördü ve üzüldü.
Cinayetle ilgili iddianameyi görünce, hele rahmetli Sinan’ın eşi Ayşe Ateş Hanım’ın çırpınışlarına bakınca, “biz bunun için mi hayatımız pahasına bir mücadelenin içinde olduk” diye kendimi sorguladım.
Meğer hiçbirimizin çöp kadar değeri yokmuş. Eğer işe yaradığın düşünülüyorsa, sağladığın yarar kadar değerliymişsin. Biri yapıştırır sana bir etiket. Keser biletini. Ne hukuk tanırlar, ne adalet. Yazarlar bir iddianame, verirler birilerine biraz ceza kapatırlar dosyanı.
Benim bu olaydan gördüğüm, anladığım ve içimde yaşadığım duygu budur, başkasını bilemem.
İşte bu sebeple, asıl dava adalet davası ve hukuk devleti olabilme davasıdır. Fikri, düşüncesi ne olursa olsun, haksızlığa karşı durup, hakkı savunma davasıdır.
Asıl dava, kimseye minnet etmeden, bağlanmadan, onların dümen suyuna girmeden, sapkın yönlendirme ve propagandalarına kapılmadan kendi değerlerinle vatansever, milliyetçi, kamucu, sosyal adaletçi, insan haklarına saygılı olabilmektir.
Sonunda geldiğim yer, ulaştığım liman burasıdır.
Vatan da, millet de, ülke de hiçbir partinin veya ideoloji yöneticilerinin malı değildir. Herkesindir. Ve o herkesi oluşturan her bir birey, kendi özgün anlayışına göre vatanını, bayrağını, ülkesini, milletini sevebilir.
Gerisi boş laftır.
Partiler, ideoloji yöneticileri, insanların zaaflarından, iyi duygularından yararlanarak gruplar oluşturup, kendi örgütsel merkezine bağlayarak, kitle kontrol yöntemiyle, bağladığı insanları sürüleştiriyor. Bu durum, beraberinde, kişileri, siyasal partinin ve ideoloji yöneticilerinin boyunduruğu altına sokuyor. İdeolojik yönetim, iktidara yaklaştığı oranda da menfaat dağıtıyor. Partilileşmiş ideolojik birey, bulabilirse kendi çoluk çocuğuna iş buluyor. Üyeler, bağlı oldukları partinin merkezine yaklaştıkça ödülleri de büyük oluyor. Eğer partinin ön saflarında ise ihaleleri alıyor, arka sıradaysalar daha azını alıyorlar. Böylece menfaat gruplarına dönüşüyorlar. Çünkü beklentiler oluşuyor. Burada dava, siyasal bağlanma aracından başka bir şeye yaramıyor. Dolayısı ile çoğu kere hayal kırıklıkları oluyor.
İşte bu sebeple ortaya çıkan diyalektik duruma ideoloji yöneticileri diyorum.
Sinan Ateş olayı, ideolojilerimizi, siyasal fikirlerimizi kendimiz yönetmemiz gerektiğini, başkalarına gönül verip koşulsuz bağlandığımızda, çıkarlarına dokunulduğunda sonumuzun nereye varacağını gösteriyor.
Ülkemize bağlılık göstermemiz için başkalarına ihtiyacımız yok.