Sorunu çözer gibi yapmak

Sorunu çözer gibi yapmak

Sanırım Sovyet lider Stalin’in lafıdır. Bir sorunu çözmek istemiyorsanız, komisyona havale edin, ya da komite kurun gibi bir şey... Doğruluğu hayatın içinde kimbilir kaç bin kez kanıtlanmıştır ne yazık ki. Sorun çözmek istemeyenler için en hakikisinden bir İngiliz anahtarı gibi laf. Kesin çözüm! Zaman ve halkın kolektif hafızasının zayıflığını da hesaba kattınız mı, sonucu alıyorsunuz. Mesela dünyadaki kangren haline gelmiş sorunlara bakıldığında, nice komitenin, kaç neslin gelip geçtiğine tanıklık edersiniz. Güya her komite, her lider o sorunu çözmek için canını dişine takmıştır! Ancak çözülmemiştir! Çoğu zaman çözülmemekle de kalmamıştır sorun, daha da karmaşıklaşıp içinden çıkılmaz hale gelmiştir. Bu arada sorun zamana karşı direnemediğinden değişmekte, farklı kılıklara bürünmekte, hayatlarımızda işgal ettiği yer azalmakta ya da artmakta, özgül ağırlığı değişmektedir. Ve elbette ki, bunun farkına varılması ve ona göre önlemler alınması gerekmektedir. Bu arada belki de o, sorun olmaktan bile çıkmaya başlamıştır bile. Ancak bütün bunlar kulak ardı edilir. Zira devletlerin o sorunu çözmek gibi bir niyeti yoktur... Peki, devletler böyle yapar da birey başka şekilde mi davranır zannediyoruz? Birey de asla çözmek istemediği önemli sorunlarını bir kenara yazar. Elbette birey, komite ya da komisyon kurmaz. O bunları iç dünyasında, kendisini çoğaltarak halleder. Sorunu çözmemek için hangi derelerden su getireceğini inceden inceye hesaplar. Sorunun çözermiş gibi görünür diğer insanlara, ama gerçekte kayda değer bir şey yapmaz. Aksine sorunu daha da karmaşık hale getirerek hayatının ayrılmaz bir parçası yapmak için emek harcar. Peki, neden toplumlar ve birey böyle davranır acaba?

Değerli bir ağabeyimin teşhisi şu:

Sorun çözüldüğünde meydana gelen boşluk ürkütücüdür. Toplum da birey de bu riski almak istemez. İkincisi, sorun yıllar yılı sızlanma olanağı verir. Üçüncüsü ise hayata ve soruna bakışınızı değiştirmeniz gerekiyor. Çok zor iş... Çevrenize ve kendinize bir bakın derim, muhtemelen bana hak vereceksiniz...

OKUYUNUZ

Nereye giderseniz gidin, ülkeniz peşinizden gelir. Artık siz orada yaşamasanız da o içinizde yaşar. Afganistan’ın Khaled Hosseini’de yaşadığı gibi... Yazar bu romanında da yine doğduğu toprakları anlatıyor. Bu kez iki kadının kesişen yaşamları ve dostlukları üzerinden... Küçük yaşta evlendirilen kızlar, çocuğu olmayan kadınlar, çocukluk arkadaşına duyulan, geçmişe gömülmüş aşklar... “Bin Muhteşem Güneş” yazarı Khaled Hosseini, hasreti, dostluğu, aşkı ve insanlığı en iyi anlatan yazarlardan...

 

 

 

 

BEYEFENDİ

Zaman akıp gider, hayat devinir, her şey bazen hızla, bazen de ağır ağır değişirken, Beyefendi de buna kendini uydurmak durumunda kalır. Ve bu işte fayda vardır diye söylenirken, kendisiyle dalgasını geçer bir hava verir yüz hatlarına. Geride kalmamak, zamanın dışına düşmemek, mantığı olan bir hayat yaşamak için bu şarttır diye düşünür. Ancak her şey mi değişmeli mesela gibilerinden bir de soru sorar kendine. Yanıt hayırdır elbette. Bazı şeyler değişmemeli. Temel güzellikler, insanı insan yapan ne varsa korunmalı... Vicdan, adalet, saygı, edep, utanma duygusu, yalansızlık, doğruluk, konukseverlik, doğa ve hayvan sevgisi, zerafet... Bunlar gibi daha pek çok haslet kalmalı, yaşamalı. İnsan bunları korumalı. Zira bunlar olmadığında, “adam gibi” bir hayat yaşamak mümkün değil. Neden ettik bunca kelamı şimdi diye sorulacaktır elbette... Geçenlerde fena halde kafama takıldı diye söylendi Beyefendi. Yahu neden yakınlarımdaki insanların bile çoğu, doğruyu, adabı, erdemi, olması gerekeni savunduğumda, ısrarla karşıma geçip, “İyi de birader, bunları savunan o kadar az insan var ki! İnsanların büyük çoğunluğu senin gibi düşünmüyor, bilmiyor musun sanki” yollu nutuk atıyor? Kafaya takılmayacak gibi değil diye mırıldandı müstehzi bir yüz ifadesiyle. Acaba dedi içinden ürpertiyle, dünya insan gibi bir hayatı sürdüremeyeceğimiz bir hale geldi de haberimiz mi yok? Nasıl yaşanır öyle bir dünyada? İnsan kendisi olmadığı bir hayatta ne yapar? Her yanından yapaylığın aktığı bir hayat, gerçekte nedir ki? Sayımız dedi bu kez yüksek sesle, gerçekten bu kadar az mı? Yoksa mutluluklar bile bizden çok mu, şairin dediği gibi? İyi de azız diye, doğru olandan vaz mı geçeceğiz? Ter akmaya başladı bedeninin her yanından. Bir bardak suyu dikti. Kapıyı çekip çıktı. Ve yolun kıyılarından, sessiz adımlarla indi sahile... Ve serin bir rüzgarın bedenine dokunup geçtiğini duyumsadı...

FOTO HABER

Üstüne kartonları çekmiş, uyuklamaya çalışıyor adam bir ağacın dibinde. Fotoğraf sanatçısı birkaç poz için deklanşöre basıyor. Klik sesi adamı uyandırıp öfkelendiriyor. Çekme birader, diyor, sen de nereden çıktın gibilerinden devam ediyor. Sanatçı, umursamaz bir tavırla “What” diyor adama. Adam haşlamaya devam ediyor bizimkini. Bir anda fabrika ayarlarına dönen sanatçı, “Tamam, çekmeyiz kardeşim” deyince, adam hiddetle söylenerek hamle ediyor. Sanatçı ise erkekliğin onda dokuzunun olduğunu iyi biliyor...

 

İNSANLAR

Eşref bu, durur mu?

Kaymakamda olan Şair Eşref’in 19. Yüzyılın sonlarına doğru yolu İzmir’e düşer. O zamanlar İzmir’in valisi Kamil Paşa’dır.

Eşref eşeğiyle yolda giderken arkadan Paşa makam aracıyla çıkıp gelir. Tam da Eşref’in yanından geçerken dalgasını geçer:

Aman Eşref dikkat et, kenardan gitme, (eliyle işaret ederek) çukura düşersin.” Eşref bu. Böyle bir pası geri çevirecek adam değildir o. Bir iki saniye kadar Kamil Paşa ile göz göze geldikten sonra lafı yapıştırır: “Merak etmeyin paşam, bir şey olmaz. Eşek kamildir...”