Tarık Akan ve "Küçük Kız"

Tarık Akan ve "Küçük Kız"

Muhtemelen 1992 ya da bir yıl sonraydı. Ve sonbahar olmalıydı. Sultanahmet'te daha çok Türk elitler, sanatçılar ve turistlerin takıldığı Yeşil Ev'deyiz. Yağmurlu bir hava ve bahçe yerine kahvelerimizi içeride yudumlayıp laflıyoruz. Eşim, ben ve çalıştığımız gazetede stajer olan bir kız. Küçük Kız diye takılırdık, bu babası sanat yönetmeni, kentli kıza. Yan masalardan birinde bir hareketlilik oldu. Küçük Kız'ın tam da karşısındaydı masa. Bir ara donup kaldığını gördüm. İnanılmaz şaşkındı. Dili tutulmuştu sanki. Dudakları oynuyor, bir şeyler demeye çalışıyor, ancak tek kelime çıkmıyordu ağzından. Boğazını tuttu sonra, birkaç kez yutkundu. Eşim de şaşırmıştı. Ne oldu da bu kız birden dellenmişti acaba gibilerinden baktı yüz hatlarına. Sonra ikimiz de bizim küçüğü büyüleyen her ne ise görelim dercesine döndük aynı anda. Mesele aydınlanmıştı. Şöhretin doruklarında biri vardı yan masada. O biri Tarık Akan'dı...

Taşralı, köylü, kentsoylu, entelektüel, sıradan kentli, aklınıza gelebilecek her kesimden kadınların sevgilisi... Delikanlıların rol modeli. Kırklı yaşların başılarında çok yakışıklı, uzun boylu, star ama mütevazı, dost, işinde çok iyi, Atatürkçü, aydın, vatansever, halkçı, çekici, karizmatik, güzel adam...

Bizim kız bu arada terden sırıl sıklam olmuş vaziyette. Ne istediğini sorabildik nihayet. Sanatçı da arada bir gözlüyor bizim masadaki hareketlenmeyi. Yaklaşıp özür dileyerek bizim kızın hayranlığını, ona olan aşkını ve bir iki dakikacık kendisiyle söyleşmek istediğini aktardım. Yeşil gözlerinde yürekten gelen bir gülüş eşliğinde "Elbette" derken, nazikçe ayağa kalktı ve bizim küçüğü davet etti. Küçük Kız, hayranı olduğu adamın yanına oturdu. Işıl ışıldı. Rüyada diye düşündüm. Eli ayağı birkaç kez daha boşaldı. Bir iki dakika sonra Küçük Kız'ın heyecanı bırazcık azalırken gözleri dolu doluydu...

Kahvesini içti ve kalktı Tarık Akan. Ve bizleri başıyla selamlayıp çıktı mekandan.

Kara haberi aldığım anda zihnime düştün Küçük Kız ve ebedi aşkın öldü dedim sonra, bilesin...

Güle güle, yeşil gözleriyle gülen güzel adam... Işıklar içinde uyu...

******

BEYEFENDİ

Büyük sıçrama ve istediğin hayat

Hayat her zaman acımasız davranacak değil ya diye söylendi içinden Beyefendi, bırak artık bu aralar yakana yapışan şu küçük burjuva memnuniyetsizliklerini... Daha çok kent yoksullarının tünediği bir banka bıraktı kendini sonra. Ve biraz soluklanınca kendisini keyiflendiren meseleye geldi...

Bir değil, belki de üç kuşak sıçramıştım dedi bir zamanlar... Bir taşra çocuğuyken yirmili yaşların başında, kolejli kentsoylu kızlarla o ana kadar adını hiç duymadığı bir Fransız şarkıcıyı dinlerken bulmuştu kendini bir kafede. Yetmişli yılların ortalarıydı ve kan gövdeyi götürüyordu memlekette. Bambaşka bir ortam, başka bir kültür, alışık olmadığı insan ilişkileri, nezaket, nezih bir kafe, ana dillerini billur gibi konuşan temiz yüzlü insanlar... İşte kent, büyük kent bu demişti o zamanlar içinden. Bu kentte yaşayacaksın demişti sokaklarda dolaşırken arkadaşlarından ayrıldıktan sonra, bu kent seni adam edecek... Ve yaşadığı kenti anlamaya çalıştı. Kentin evrenini, geçmişini, derinliğini, konuk ettiği uygarlıkları, yaşayan dillerini, sokaklarının ruhunu, üç imparatorluğa başkentlik yapmasının anlamını, bu kentte yaşanan pratik hayatları... Bilgi alabileceği her yere, her şeye saldırdı, oburca okudu, araştırdı, gözlemledi, sokakları arşınladı... Ve sevdi kentini...

Ve işte birkaç gün evvel, sonbaharın ilk günlerinden birinin akşam vakitlerinde, hayatın aslında kendisine cömert davrandığına karar verdi, ulu bir çınarın altında denizi seyrederken. Ve birkaç soruyla açtı konuyu... Nasıl bir hayat tasarlamıştın otuz beş yıl önce diye sordu kendine. Cevabını verdi. Peki ona ulaştın mı? Cevabı evetti. Peki, yara aldın mı? Epey var dedi. Ve kazançların diye söylendi... Biraz durakladı. İçinden saydı bir süre, sonra vazgeçti. Zira sayı çoktu. Ve dedi ki, istediğin yaşamı elde ettin. Ve acı, keyfin epey gerisinde kaldı usta... Nokta.

*******

FOTOHABER

Fırsat buldukça soluğu bit pazarlarında alan fotoğrafçı, bu kez İstanbul Dolapdere'de turluyor. Kaldırımda dolaşan, şirin bir dört ayaklı ilgisini çekiyor. Hemen her hayvanla dost biri olarak, yanına ilişiveriyor. Bir yandan elini onun tüylerinde dolaştırırken, bir yandan da öyküsünü dinliyor. Doğar doğmaz alınmış, "Annesiyim" dediği ve beş bin lira önerilmesine karşın, vermeyi bir an bile aklından geçirmeyen satıcı tarafından. Akıllı, dost, sevimli, oyuncu... Ve sanatçı; oradan ayrılırken peşine takılmaya niyetli, üç yaşında, pazarın neşe kaynağının ismini sorduğunda ise şu yanıtı alıyor: "Leydi... O benim Leydi Dianam."

*******

İŞTE O KADAR

Belki de hayat, yanlış anlayınca güzeldi, kim bilir...

******

OKUYUNUZ

Küçük bir kiralık odada karısı ve üç çocuğuyla bir arada yaşamanın sıkıntısına katlanamayan Fred Bogner, onlardan ayrılır. Kiliseye ait bir büroda telefoncu olarak çalışmaya başlar. Savaş sonrası Almanya'sının bir büyük kentinde sokakları arşınlar, içer ve zaman öldürür. Karısıyla bir otelde geçirdiği hafta sonundan sonra ise ayrılık kaçınılmaz görünür. Ancak çok geçmeden Bogner sevmekten asla vazgeçemediği karısında yepyeni bir insan bulur. Ve O Hiçbir Şey Demedi, Alman yazar Heinrich Böll'ü üne kavuşturan roman olarak bilinir...