Travmadan değere, söylemden kadere

Osmanlı’nın çözülme ve nihayetinde yıkılış döneminde insanlarımızın zihinlerinde oluşturulan psikolojik travmalar, zamanında tedavi edilmediği için günümüz Türkiye’sinde de neredeyse aynen nüksediyor. Hastalığı nedeniyle bunalım geçirenleri bir kenara bırakalım. Fakat maalesef bir kesim eski kaygıları kullanarak yeniden bir şahlanış peşinde koşarken diğer kesim bu endişelerinin hepsini birden yok sayarak, hayali ve ütopik bir modelle yaşamayı seçiyor.
Güncel her tartışmada bilinçaltımıza sinmiş korkular, endişeler, kaygılar dışa vuruyor. Başörtüsü, içki yasağı, irticai hadiseler, bölücü ayaklanmalar vs konuşulmaya başlayınca aslında tarafların hepsinin ortak düşmanı olan Sevr sendromu hortlamaya başlıyor. Aynı işgal altında kalma travması tekrarlana tekrarlana varsayımın da ötesine geçerek kabullenmeye dönüşüyor ve herkes karşısındakini düşmanın yerli işbirlikçisi olarak görmeye başlıyor.
Bu paranoyak haller, sadece ideolojik kesimlerde değil devlet aklını oluşturan kurumların da bünyesinde söz konusu. Kimi zaman istihbarat ve güvenlik kurumlarının kendi içinde hizipleşme şeklinde, kimi zaman da kurumlar arasında dişe diş bir mücadele biçiminde karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla kadrolar arasındaki mücadele, sivil toplum kesimlerine de yansıyor ve yansıtılıyor. Öyle oluyor ki, içerideki düşmanla savaşırken, sınırlarımızın dışından da müttefikler aranmaya başlanıyor. Çatışmaların püf noktası tam da bu aşamada düğümleniyor.
Yeniden bir ulus inşa ederken kullanılan argümanlar, normalleşme sağlanırken değiştirilmediği takdirde bir süre sonra araç olmaktan çıkıp amaca hatta inanca evriliyor.. Mahatma Gandi’ye isnat edilen bir söz var;  “Söylediklerinize dikkat edin, düşüncelere dönüşür... Düşüncelerinize dikkat edin, duygularınıza dönüşür... Duygularınıza dikkat edin, davranışlarınıza dönüşür... Davranışlarınıza dikkat edin, alışkanlıklarınıza dönüşür... Alışkanlıklarınıza dikkat edin, değerlerinize dönüşür... Değerlerinize dikkat edin, karakterinize dönüşür... Karakterinize dikkat edin, kaderinize dönüşür...”
1. ve 2. Dünya Harbi ardından Soğuk Savaş dönemlerinde, genellikle istihbarat kurumları tarafından piyasaya sürülen psikolojik savaş tezleri maalesef çoğu aydınımızın zihinlerini zehirledi. Söylemleri karakterlerine dönüştü. Muhalif olan herkesin, düşmanın yerli işbirlikçileri ve ajanları olduğu algısı birçok kesimin hayat görüşü haline geldi. Böyle bir sanrı ile nasıl sağlıklı bir toplum kurabiliriz. Oysa Milli Mücadele ve Kıbrıs Harekatı sırasında dindarı, dünyevisi, Alevisi, Sünnisi, Türkü, Kürdü... Hatta çoğu gayrimüslim azınlık dahi hep birlikte bağımsızlık mücadelesi vermedik mi?
Sosyal ve siyasi hadiseleri dini, etnik, kültürel alt kimlikler üzerinden okursanız her toplum geçmişinde onlarca dramatik olayı hatırlar. Bir şekilde mağduriyete uğramış kitlelerden oluşan bir toplumda, böyle bir atmosferde kim kimden özür dileyecek? Herkes önce kendisinin anlaşılmasını istiyor. Ülkemizde Kürtler kadar Türkler de haklarının ihlal edildiğini, en az dindarlar kadar Aleviler de zulümlere uğradığını savunuyor. Birileri sürekli maziye ağıtlar yakarken diğerleri aynı dönemi ideal bir yönetim olarak sunuyor.
Artık bırakalım geçmişin acılarını kaşımayı,  “senin derdin dert midir, benim derdim yanında”  türünden arabesk türküleri söylemeyi. Travmalarımızdan kurtulalım ve idealimizdeki insan karakteri neyse onu yaşayalım. Tabii ki keskin sirke küpüne zarar verir. Mümkünse başkalarının da acılar çektiğine inanalım ve katlayabiliyorsak yanımızdaki komşumuzun dertlerini dinleyelim. Yoksa bu acılar hepimizi yakacak ve içimize ümit esintileri üfleyen bir nebze heyecanını da tamamen söndürecek. Allah korusun, söylemlerimiz kaderimiz olacak!

Yazarın Diğer Yazıları