Uçan portakallar zamanı!..

Orada; yoksul evlerimizin kayalık avlularını bölen yüksek briket duvarlar olsa da; "gökyüzü"ne çok nadir odaklanırdık...

Bazen bizi hasrete bırakan leylek göçünde ve bazen de, çocuk yaşımızda bir türlü anlayamadığımız, tek tük geçen uçakların şaşkınlığında...

Evet, yaşamın acı bir gerçeği ki, bizler yoksulluğun zindanında ebedi mahkûmlar gibiydik...

Ekmeğe muhtaç yaşamların ortasında, temiz suya bile hasret çocuklar...

Geçit vermez yolların oyun oynamamızı engellediği, otların bile sert kayalıkların hâkimiyetine yenildiği o mahallede, bizi esaret altına alan o kadar çok şey vardı ki...

Babalarımız kaçakçı, annelerimiz mayın yolu gözleyen garipler olsa da; ekmeğini tel örgülerden çıkartan büyüklerimiz ölümle oyun oynasa da ve duyduğumuz her kurşun sesi, korkunun girdabında canımızdan can alsa da, yine de umuda bağlanmış çocuklardık...

Ayaklarımızda "cızlavet"ler, kaçakçı eskisi yamalı pantolonlarımız, Şarkçıbanlı yüzlerimiz ve kirlenmemiş yüreklerimizle yoksulluğun girdabında olsak da, özlemlerimizi hiç ertelemedik...

Çöpe atılmış tellerden oyuncaklar, minik çekiçlerle sert kayalardan misketler (gülle) üreten, araba lastiklerini çembere dönüştüren, otomobil bilyelerini kaydıraklara tekerlek yapan, uzun tahtaları at gibi kullanan, oyuncağı çamurdan kalpleri hamurdan çocuklar...

Yani, Urfa'daki Kötüler Mahallesi'nin garip çocukları...

***

Pas bırakan kilit...

Yıllar sonra oradaydım işte... O topraklardan koptuğum onca yıldan sonra kendimi yine Kötüler'in sokaklarına vurdum...

Öykülerimin gizeminde, hep merak edilen, antik kalıntılar üzerindeki Kötüler Mahallesi'ne...

Sanki çocukluğumda, zihnime yerleştirilmiş bir minik kameranın rehberliğinde mahallenin aşağılarında indim otomobilden... Zamanı durdurarak ve eski zamandan kareleri dondurarak yürümek istedim oralarda!..

Bir zamanlar çamur nedeniyle koşamadığım ve her düştüğümde kayalıklar nedeniyle dizlerimin yaralandığı o sokaklara gri kilit taşları döşenmişti...

Sanki çok eski bir kapıda, asma kilit gibi duran, ancak zamanın diğer tüm nesneleri üzerinde pas bırakan kilit taşları...

O taşlara baktığımda, polisten kaçan yaşlı kaçakçı atlarının adeta nalların sürtünmesiyle ateş saçtığı kayalıklar geldi aklıma...

Bizler garip uykularda zenginlik rüyaları görürken; korkularımızın, nal seslerinde ninniler söylediği kayalıklar... Onlar yoktu işte...

Aslında Kötüler'de sokaklar aynı, evler aynıydı...

Belki 20 yıl önce briket duvarlara sürülen eskimiş boyalar aynı, paslanmış tokmaklarıyla tahta kapılar aynı, çürümüş pencereleriyle odalar aynı, nice hasretleri gözlerken yaslandığımız korkuluklar aynı ve Suriye sınırından kaçakçı beklediğimiz damlarımız aynı...

Yaşamlarını sınır kaçakçılığıyla sağlayan gariplerin yaşadığı Kötüler'in girişinde, çocukken hep "neval" (dere) diye andığımız, şimdilerde kilit taşlarıyla gizlenmiş kayalıklar zamanın örtüsüne teslim olsa da, çocuk seslerinin halen çınladığı o sokaklarda, zihnime birer perde gibi asılan kokular da aynıydı...

Gazel sinmiş çiğköftenin lezzetinde, bulgur aşının soğan kokusuna teslim olduğu hüzünlü sokaklardı oralar...

***

Anılara yenilen zaman...

Baktım da sokaklara, sanki eski bir film makinesi yoksulluğun gizeminden fragmanlar saçıyordu yorgun duvarlara...

Çocuklar daha modern giyinmişlerdi... En azından okul kitapları bizimkiler gibi naylon torbada değil, rengârenk çantalardaydı...

Bilir misiniz ki, yırtık ayakkabılarla okula gittiğimiz o yıllarda yaşamamışlar diye çok sevindim o çocuklara...

Yüzlerine baktım da, kaçakçılığın korkusu da yoktu, Şarkçıbanı'nın derin izleri de... Kötüler'de yaşasalar da, şimdilerde şanslıydı hepsi, yoksulluk ve geri kalmışlığa isyan adına...

Az sonra işte oradaydım... Çocukluğumun sokağında...

Tek elektrik direğinde, karasinek ordularının bir zamanlar ışığı hapsettiği o küçük meydanda...

Karşımda kaçakçılık uğruna mahalleyi kuran "Topal Hasano"nun bir zamanlar konak görkeminde olan çardaklı evi...

Tam 35 yıl önce o çardağın önündeki betonarme "seki"de nargile içen dedemin "Hamoooo" çığlığını yeniden duydum sanki...

O çardaklı koca ev şimdilerde boş... Her şey aynıydı oysa... Penceresi, kapıları, korkulukları, beton merdiveni ve avlusu aynı... İçinde bir nesne ve bir insan olmasa da, çocukluğumuzun ruhu tam oradaydı...

Ve tabii ki minik özlemlerimizle her şeye galip gelen neşemiz de...

***

Keklik yavruları gibi...

Bahçesindeki nar ağacının çevresinde kıpkırmızı güllerin açtığı, dedemin nargile kokusunun yüksek duvarları aştığı o evde, büyüklerimizin yanı başında tüm utangaçlığımızla oturduğumuz odalara hüzünlendim...

Ve de bizim evle dedem Hasano'nun konağını ayıran yüksek duvarlara...

İşte 35-40 yıl önce yaşadığımız her hikâyenin içinde plastik bir top gibi seken o manzarayı yeniden anımsadım; Topal Hasano'nun, duvarın ardından bizim kayalık avlumuza attığı portakallar...

Bizler keklik yavruları gibi o avluda koşuştururken; çocukluk oyunlarımızın ortasına düşen oyuncaklar gibiydi o portakallar!..

Kardeşlerimle bir yandan havada uçuşan portakalları yakalamaya çalışırken, sanki dedemizin özlemlerine de sarılır gibiydik!..

Terk edilmiş çardaklı evin avlusundan, portakalların sevinç topları gibi savrulduğu o duvara baktım uzunca...

O duvar da zamana yenilmişti... Ne yazık ki, çocukluğumuzun, leylekler ve uçaklardan sonra bizi "gökyüzü"ne kilitleyen minik portakalların anıları kadar devasa değildi artık!..

OKURLARA NOT: Dünyada bizim ülkemiz kadar kaosa mahkum edilen topraklar yoktur herhalde... Bir köşe yazarı için bulunmaz bir ortam doğrusu, çünkü malzeme bol... Bu pazar günü de siyaset keşmekeşinde boğmak istemedim sizi... 5 yıl önceki bu öyküyü işte o yüzden beğeninize sundum... Daha önce çalıştığım gazetelerde yazdığım gibi, zaman zaman yeni öykülere de yer vermek isterim... Yaşamın en buhranlı anında size nefes aldıran portakal kokulu anıları hatırlatır en azından... Ne dersiniz?..

Yazarın Diğer Yazıları