'Ülkücünün çilesi'

Bir sınav 16 ay sürer mi? Sürdü... TRT'nin farklı alanlara eleman alım sınavı herhalde rekor kırdı...

16 Ekim 2015 tarihinde açıklanmıştı sınav yapılacağı... Muhabir, sunucu, teknisyen, yayın elemanı gibi kadrolara 370 kişinin alınacağı duyurulmuştu...

Yazılı sınav ve 2017'ye sarkan mülâkat derken önceki gün sonuçlar açıklandı... 370 kişinin işe alınacağı sınavı 240 kişinin kazandığı duyuruldu...

16 ay umutla bekleyen, bir yandan sınavlara çalışırken bir yandan da torpil aramak zorunda kalan yığınla İletişim mezunu işsiz yıkıldı kaldı... FETÖ'cü oldukları gerekçesiyle işten çıkarılanlardan sonra TRT'de işe girme şanslarının daha da yükseldiğini düşünen adaylar uzun maratonun sonunda, hayatta kaybettiklerinin yanına bir 15 ay daha koymuş oldular...

Denilebilir ki, "Kaybeden adaylar mülakâtta yeterli görülmediler. O yüzden de 370 kişi duyurduk ama yeterli gördüğümüz 240 kişiyi aldık..."

Mutlaka öyledir!.. Bizde mülakâtlar adildir!.. Liyakat esastır!.. Yeterli görülmeyenler işe alınmaz!.. Listeler havada uçuşmaz!.. Bakanlar, müsteşarlar, milletvekilleri bu işlere karışmaz!.. Hak eden kazanır!.. Evet, evet, mutlaka öyledir!.. TRT'de de öyle olmuştur!..

***

Söz konusu sınavın bir de ülkücülerle, Türk milliyetçileriyle ilgili boyutu var...

Öncelikle şunu ilâve edelim: Bu tür bir sınavda herhangi bir siyasî düşünceye mensup olmak avantaj da olmamalı, dezavantaj da... Kim hak ediyorsa, düşüncesi ne olursa olsun o kazanmalı... Adâletin olması gereken yerde, hiç kimseye pozitif ayrımcılık yapılmaması gerektiği gibi, hüküm sahiplerinin kendilerinden olmayana da negatif ayrımcılık yapma hakkı olamaz, olmamalıdır...

Dolayısıyla Türk milliyetçiliğine bir şekilde ilişmiş, Ülkü Ocakları'ndan yolu geçmiş adayların mutlaka işe alınmaları gerekiyordu gibi bir iddiada değilim... Neden bunların bir teki bile işe alınmadı? Hepsi mi başarısızdı ve kazananların diğer adayların hepsi mi başarılıydı? Açıklanan kadroların bir kısmını boş bırakmak pahasına bu sınavı kim izah edecek?

***

Rahmetli Galip Erdem yaşasaydı herhalde 'Ülkücünün Çilesi'ni yeniden yazardı... Hem de ciltlerce kaleme alırdı... Dağ gibi adamların işe girmek için siyasetçi kapılarında düştüğü hâllere şahit olsaydı, onlar kadar kahrolur ve derdini yine tarihe dökerdi... Hele 'Artık devlet bizim çizgimize geliyor' edebiyatını duyup da ülkücülerin hâlâ nasıl dışlandıklarını görseydi...

Rüzgâr karayel esince gündeme gelen "Nerede bu ülkücüler?" sorusu dünyanın gelmiş geçmiş en aşağılık sorusu... Normal zamanlarda sorulmaz çünkü, başlar sıkışınca sorulur... Normal zamanlarda nimetleri kapışmak için birbirlerini çiğneyip, ülkücüyü hiç hatırına getirmeyenler, derde düştüklerinde ona tehlikenin burçlarında 'nöbet' yazmayı ihmal etmezler...

Ölmeye gelince aranır ülkücüler, yönetmeye gelince değil... İsterler ki, Türk milliyetçiliği hep 'operasyonel' olsun, hep orada kalsın... Hep 'külfet'i taşısın... Ölüm riski, diğerlerine göre yüksek olan mesleklere nasıl da kabul ediyorlar ülkücüleri değil mi? Hem de adaletli, adaletli!..

***

Ülkücüler... Ölüm riski olmayan işlerde 'referansları yetmeyen' yalnızlar ordusu... Yayladan gelmiş gibi kırmızı yanaklı 20'li yaşlardaki çocukların, ihale kovaladıkları, listeler tanzim ettikleri şımarıklar dünyasında ayakta kalmaya çalışan sahipsizler...

Sonra hafif rüzgâr estiğinden hemen panikle sorulsun "Nerede bu ülkücüler?"... Üniversiteye rektör atanacak, oylamada birinci sırada bile çıksa fark etmiyor, ülkücüyse yerine beşinci sıradan bir 'hamil-i kart' atanıyor... Kendilerinden olmayana adâlet böyle işliyor çünkü...

Sonra "Nerede bu ülkücüler?"... Sur'da, Nusaybin'de, El Bab'da, Yüksekova'da, Halep'te... Şehit düşmeden önce çekilmiş bir fotoğrafta, 'Rabia'ların hiç bulunmadığı, 'bozkurt işaretli' fotoğraf karelerinde... Veya bir tabut başında, öfkeyle sıkılmış yumruklar arasında...

Ve bunun adı adâlet öyle mi? Sevsinler sizin adâletinizi o zaman!.. 

Yazarın Diğer Yazıları