14 ve 28 Mayıs seçimlerinin ardından toplumun önemli bir kesiminin beklentisinin aksine ne muhalefette ne de iktidarda beklenen değişim olmadı. Ancak iktidar da muhalefet de seçim öncesi verdikleri beyanlarla, seçim sonrası yaşanan gelişmeler neticesinde güç ve prestij kaybetti. Türkiye bölgesindeki en büyük potansiyel güce sahip ülke olarak her zaman dış saldırılara maruz kalmaktadır. Bu nedenle ülkemizin, enerjisini boşa harcayacak bir lüksü yoktur. İktidar ve muhalefetin ülke menfaatleri hususunda bir araya gelerek ortak bir ses çıkarması, fikir ve eylem birliği içinde bulunması dış politikamızı güçlendirir. Türkiye’nin, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana uluslararası politikada elde ettiği önemli kazanımları tehdit altındadır. Ulus devlet kimliğimize yönelik saldırılar zirve noktasına ulaşmıştır. Türkiye’nin kısa vadede çözmesi gerekli, acil sorunlarını şu şekilde sıralayabiliriz:
1) Geçici sığınmacı ve yabancılar sorunu
2) Ege’deki kıta sahanlığı ve Yunanistan meselesi
3) Doğu Akdeniz’deki paylaşım
4) Ekonomik gerileme
5) Suriye meselesi
Bu başlıkları tek tek ele almak gereklidir.
1- Geçici Sığınmacı
ve Yabancılar Sorunu
Ülkemizin karşı karşıya olduğu en büyük beka tehdididir. Savaşla veya başkaca bir yolla işgal edilemeyen topraklarımız adeta “sessiz işgal” tabiriyle yabancı akınına uğradı. İktidarın uzun zamandır izlediği hatalı dış politika nedeniyle demografik yapımız bozulmak üzere. Sokağa çıktığımızda bu sorunun artık görmezden gelinebilir yanı kalmadığı taraflı tarafsız her kesim tarafından kabul ediliyor. “Demokrasinin beşiği” olduğu iddia edilen İngiltere, yasa dışı göçmenlerin gözaltında geçirecekleri sürede ülkeye ayak basmasına dahi izin vermeyerek yüzen bir hapishane uygulamasını yürürlüğe koydu. Türkiye’de bazı kesimler geçici sığınmacıların veya uyum sağlamamış yabancıların bir sorun olmadığını ileri sürmektedir. Buna hem iktidarda hem de muhalefette inananlar vardır. Ancak; devletin temel güvenliğini ilgilendiren konularda yetkililerin hızlı ve sonuç alıcı aksiyonları alması zorunludur. İngiltere; kendi ülkesine yasa dışı göçmen almazken, bu göçmenlerin Türkiye ile AB arasındaki “Geri Kabul Anlaşması” ile Türkiye’ye gönderilmesinin siyasi altyapısını desteklemekte ve aynı anlaşmayı kendisi de yapmak istemektedir. Türkiye’nin bir an evvel; AB ile yapılan Geri Kabul Anlaşması’ndaki tek taraflı fesih hakkını kullanması artık zaruridir. Ülkemizdeki geçici sığınmacıların uluslararası hukuka uygun olarak ülkelerine geri gönderilmelerinin önünde bir engel yoktur. Bu iki hamle ile geçici sığınmacı ve yabancı sorunu güvenlik boyutunda kontrol altına alınabilir. Aksi bir durumda; bu bir beka sorunu olarak gelecek nesillere aktarılacaktır.
2- Ege’deki Kıta Sahanlığı
ve Yunanistan Meselesi
Cumhurbaşkanı Erdoğan, 8 Haziran 2022 günü Venezuela Cumhurbaşkanı’yla yapılan ortak basın toplantısında “Şu anda 4+5 tane Amerikan üssü Yunanistan’da kuruldu. Verdikleri cevap; Rusya’ya karşı. Bunu yemezler” ifadesini kullandı. Henüz 1 yıl evvel Amerika’ya bu ifadelerle hesap sorarken, seçim sonrası bu hesabın unutulması ülkemizi dış politikada güçsüz kılmaktadır. Yunanistan’ın Ege’de kıta sahanlığını tek taraflı olarak 12 mile çıkarması halinde Amerika’nın tutumunun ne olacağı resmî olarak henüz bilinmiyor. Hatırlanacağı üzere; 31 Mayıs 1995 günü; TBMM’nin aldığı karar ile Yunanistan’ın Adalar Denizi’nde 6 mil üzerinde bir kıta sahanlığı ilan etmesi “savaş sebebi” sayılmış ve tüm Dünya’ya ilan edilmiştir. O günün koşullarında “kararlı” duruş Yunanistan’ı ve destekçilerini daha fazla ileriye gitmemesi için yeterince ikna etmişti. Bugünün koşullarında; özellikle muharip hava gücünde yaşanan dengesizlik beklentisiyle, neredeyse Yunanistan’da adım başına bir Amerikan üssü inşa edilmesiyle Türkiye aleyhine bir durum oluşturulmak üzere. Bu tarihimiz boyunca kabul etmediğimiz bir durum. Yunan medyasının “Mavi Vatan hayal oldu, Amerikan üsleri geliyor” başlıkları; Yunanistan’ın hangi ruh ile bu üsleri kabul ettiğini açıkça ortaya koyuyor. Türkiye’nin yakın gelecekte, Yunanistan’ın tek taraflı ilan etmesi muhtemel 12 mil kararını diplomatik yollarla engellemesi ülkemiz menfaatleri açısından büyük önem arz etmektedir. Bizim için uluslararası alandaki en büyük öncelik diplomasiyi etkin kullanmak olmalıdır. Gerek iktidarın gerekse muhalefetin bu konuda birlik içinde hareket edemeyişi Türkiye’ye zarar vermektedir. Daha önce de kamuyouna ifade ettiğim üzere; Ege’deki Adalar’dan başlayarak Marmara Havzası’ndan Kafkaslara ve oradan Güneye doğru inerek Musul- Kerkük’ü içine alan, bizim için kilit bölge olan İdlib’e kadar uzanan bir Türk yayı çizerek ve buna Türkistan coğrafyasına uzanan bir Türk Yolu Projesi oluşturarak sosyo-ekonomik temelli “Misak-ı Millî” ilan edilerek yeni nesil Ulusal Strateji Belgesi dünyaya ilan edilmelidir. Bunun yapılacağı yegâne yer TBMM’dir. 1995’te TBMM’nin tek taraflı ilanının yarattığı etki nasıl sonuç aldıysa; bugünün koşullarında da yeni bir ulusal strateji belgesi sonuç alacaktır. Elbette Meclis’teki siyasi partilerin bir araya gelmesi zor görünebilir ama ülke menfaatleri doğrultusunda artık bir araya gelinmesi kaçınılmaz bir durumdur. Geçmişte olan hataları tekrar etmek ve “ben haklıydım” demek yerine artık ülkemizin kritik kazanımlarının muhafazası için fikir ve eylem birliği sahada görülmelidir.
3- Doğu Akdeniz’deki Paylaşım
Ege meselesi ile Doğu Akdeniz’in paylaşımı birbirini tetikleyen ve etkileyen hususlardır. Buradaki fark; Doğu Akdeniz’de sadece Yunanistan değil birçok ülkeyle muhatabız. 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’nın o günün kısıtlı imkânlarıyla başarıyla sonuçlandırılmasının bugün sahada ve masada Türkiye’ye verdiği güç “akılcı” dış politikanın uzun yıllar kazanım olarak ülkeye katkı verdiğini ortaya koymaktadır. Ancak; özellikle “0 sorun” diye kaybedilen yıllarda dış politikada yapılan vahim hatalar bugün hem sahada hem de masada zor durumda kalmamıza yol açtı. Türkiye’nin diplomatik gücünü artırmak için üretim ortaklığı temelinde askerî projelerde müttefik ülkelerle iş birliği yapması önem arz etmektedir. 1987 yılında kendi F-16’sını üretebilen hatta bunları ihraç edebilen bir ülke konumundayken parasını ödediğimiz savaş uçaklarını alamaz bir duruma gelmemizin ana sebebi, rasyonel politikaların terk edilmesi ve hayalperest politikalara bel bağlanmasıdır. Unutmayalım ki; emperyalizm bizi 1. Dünya Savaşı’nda yok etmek istemiş ama bunu başaramamıştır. Britanya ve Fransa arasındaki gizli anlaşma olan Sykes-Picot ile Türk Milleti tarihten silinmek istenmiştir. Mustafa Kemal Atatürk siyasi dehasıyla Cumhuriyet kurulduktan sonra bu tehlikeyi gördüğü ve bildiği için akılcı bir politika izlemiştir. Atatürk hiçbir konuşmasında veya açıklamasında 1. Dünya Savaşı’nda savaştığımız ülkeleri “düşman” olarak ilan etmemiştir. Atatürk düşman olarak “emperyalizm”i işaret etmiştir. Nutuk’ta veya Meclis konuşmalarında sık sık buna rastlayabilirsiniz. Ayrıca; Yunanistan’ın arkasındaki gerçek kışkırtıcı gücün İngiltere olduğunu bildiği için, Yunanistan’ı emperyalizm baskısından kurtararak dostluk paktı imzalamıştır. Bazı; hayalperestler “neden Adalar’ı almadın” gibi gerçeklikten uzak soruları günümüzde dillendiriyor olsa da Atatürk; Hitler’in 2. Dünya Savaşı’na yol açabileceğini öngörerek, Romanya, Yunanistan, Yugoslavya’yı Türkiye’yle aynı pakta dâhil etmeyi başarmıştır. Atatürk de dâhil olmak üzere bu paktı kuran liderlerin yakın zamanlarda hayatlarını kaybetmelerinin de tesadüf olmadığını gündeme getiren önemli eserler olduğunu bu noktada unutmayalım. Bu pakt, 2. Dünya Savaşı’nda Balkanlar’da Bulgaristan üzerinde baskı oluşturmuş ve savaştan uzak durmamızı sağlayan önemli unsurlardan birisi olmuştur. Sonuç olarak; ne kadar askerî gücünüz olursa olsun öncelik olarak diplomasi yoluyla kazanımlar elde etmek birincil önceliğimiz olmalıdır. Yunanistan bugün için emperyalizmin kendisine verdiği desteği tıpkı bir asır önce beceriksiz ve kifayetsiz asker ve siyasetçilerin düştüğü gaflete düşerek büyük bir sevinçle kabul etmiştir. Bir asır önce; Trikopis’in Anadolu topraklarında esir düştüğünü, Lozan’da da İngilizlerin kendilerine sahip çıkmadığını hiçbir Yunan politikacı asla unutmamalıdır. 100 yıl sonra aynı gaflete düşme eğilimindeki Yunan politikacıları, Anadolu’nun sadece bir toprak parçası olmadığını bu yöre insanının Anadolu Mayası ile “mayalandığı”nı ve artık bu coğrafyada en geçerli kimliğin Türk Kimliği olduğunu kabul etmelidir. Özetle; Türkiye, Doğu Akdeniz sorununu bir beka sorunu olarak görmeli ve yaşam alanlarımıza, kilit bölgelerimize sahip çıkmalıdır. Bunun aksi bizim için bir beka sorunudur.
4- Ekonomik gerileme
Orta sınıfın azalan alım gücü, döviz kurlarındaki fahiş artış, rasyonel ekonomik uygulamaların uygulanmayışı Türk Ekonomisi’ni dengesizleştirdi ve halkın alım gücünü düşürdü. Yabancıların emlak alımları, şehirlerdeki konut fiyatlarını artırırken; orta sınıfın şehirleri terk etmesine yol açtı. Emekli, orta gelirli vatandaşlarımız Türkiye’nin temel direğidir. Bu temel direk kırılırsa Türkiye büyük zarar görür. Büyük şehirlerdeki Türk nüfusunun azaltılmak istenmesi ve özellikle İstanbul’un yabancılaştırılması emperyalist bir plandır. Deprem sonrası Hatay’da demografik yapının ne şekilde oluşacağı büyük önem arz etmektedir. Hatay, bizim için çok kritik bir öneme sahiptir. Beklenen büyük İstanbul depremi de yakın geleceğimiz açısından büyük bir tehlikedir. Hem ekonomimizin, üretimimizin büyük çoğunluğu bu bölgeden sağlanmakta hem de manevi olarak ülkemizin en büyük sembol şehri olmasıyla İstanbul bölge için kritik öneme sahip bir kenttir. Deprem ve ekonomik sebeplerle Türk halkının İstanbul’dan göç ettirilerek yabancılaşmanın önü açılmaya çalışılmaktadır. Bunun önüne geçilmesi için depreme dayanaklı konutların inşası ve orta sınıfın alım gücünün en azından eski seviyesine getirilmesi şarttır. Türkiye, ekonomideki gerilemeyi de bir millî güvenlik meselesi olarak görerek; üretim ekonomisine geri dönmeli, orta sınıfın alım gücünü artırmalıdır. Bunun için yapılması gereken ilk iş “varlık satışı” anlayışından vazgeçilmesi ve aksine yeni varlıkların yaratılması anlayışının oluşturulmasıdır. Türkiye yeni varlıklarını oluşturmak için dürüst, namuslu, iyi yetişmiş, kimlikli politikacılara ihtiyaç duymaktadır.
5- Suriye meselesi
Suriye’yi Arapça konuşan bir Türk devleti olarak görmeliyiz. Suriye’yle bozulan ilişkilerimizin sebebi, dönemin dış politikasını emperyalistleri hoşnut etmek üzere programlayanlardır. Oysaki emperyalizm el attığı hiçbir bölgeye barış, huzur veya refah getirmemiştir. Emperyalizmin el attığı bölgelerde kan, savaş ve fakirlik vardır. Afganistan’a, Irak’a baktığınızda bunu görürsünüz. Türk tarihi, henüz 11. yüzyılda Kutadgu Bilig’le “Devlet Olma Bilgisi”ni dünyaya ilan etmiştir. Türklerin devlet aklı her zaman güçlü olmuş ve dünya sahnesinde adından söz ettirmiştir. Ancak son yıllarda bu bilgi ve birikimden istifade edilmek yerine özellikle dış politikada savrulmalar yaşanmıştır. Suriye meselesinde bir an evvel Esad’la bir araya gelinerek kapsamlı bir işbirliği yapılarak bölgesel kalkınmaya yönelik adımların atılması gerekmektedir. Suriye bizim doğal bir art bölgemiz yani hinterlandımızdır. Gerek askerî gerekse siyasi olarak bizimle birlikte hareket edebilecek bir ülke olan Suriye’nin bizimle birlikte hareket etmesi Doğu Akdeniz’deki kazanımlarımız bakımından da büyük önem arz etmektedir. Türkiye’nin bölgesel kalkınmanın lideri olması gerekiyor. Bu liderliğe engel olan tek şey mevcut Türk Siyaseti’nin artık üretecek bir şeyinin kalmamasıdır. Ne iktidarın ne de muhalefetin yeni bir hikâyesi kalmamıştır.