Bugünkü Yazarlar Tüm Yazarlar
Serap BESİMOĞLU

Serap BESİMOĞLU

Var olmak ve hiçlik “Tüm insanlar ölümlüdür”

Fransız yazar ve filozof, aynı zamanda bir çok sosyal denemeleri olan romancı, biyografi ve otobiyografi yazarı, gazeteci Simone de Beauvoir, en önemli eseri dendiğinde 1949’da yazdığı, kadınların gördüğü baskıların bilimsel incelemesini yaptığı ve modern feminizmin temellerini kurduğu ikinci cins  “Le Deuxieme Sexe” adlı eseri sayılabilir. Bu çalışmasının yaşanmış deneyimler ve hikayesine girmeyeceğim ama Freud’cu yönleri ağır basan feminist bir varoluşçuluk açıkça göze çarpmaktadır. Yine varoluşçuluk felsefesinin ünlü isimlerinden Jean Paul Sartre’nin de hayat arkadaşıdır. 1986’da ölümünden sonra Sartre’nin yanına gömülür.Ünü ölümünden sonra da yayılmaya devam eder. Simone de Beauvoir sadece 1968’lerin post feminizminin kurucusu olduğu için değil, aynı zamanda akademisyen ve varoluşçu Fransız düşün insanı olarak da tüm dünyada ünlenir ve tanınır.
Yazarın bugün ise farklı bir çalışması yıllar sonra tekrar gündemde.  1946 tarihli  “Tüm insanlar ölümlüdür”  adlı romanında varoluşçuluk felsefesi ile edebiyatı ustaca harmanlamış, buluşturmuş. Işık Ergüden’in yalın ve düzgün çevirisi ile okuyucuya sunulan eserde, ölümsüzlük iksirinden içen bir 13. yüzyıl İtalyan prensi olan Fosca’nın hikayesi aracılığıyla hem ölümsüzlük temasını, hem de insan doğasını ve Avrupa’nın bıçak sırtı dönemeçlerini anlatıyor. Ancak tek kahraman İtalyan prensi Fosca değil. Hikayenin başında tanıştığımız varolmayı temsil eden güzel, hırslı ve benmerkezciliği ile öne çıkan diğer isim Regine. Ölümsüzlüğü sebebiyle her şeye tepkisizleşmiş Fosca’nın tam zıddı olan Regine, hırsı ve albenisiyle tüm dikkatleri üzerinde toplayan bir tiyatro oyuncusu. Sadece mesleği icabı değil, Regine hayatının her alanında oynayarak varolmayı seçiyor. Şöhreti, ayartmayı, hatta ev hanımı rolünü hepsini ustaca başarıyor.
Kendi varoluşu ile bu denli iç içe iken tiyatro grubu ile birlikte bulundukları otelde değişik özellikler sergileyen bir adama rastlar. Herkes onunla ilgili iken bu esrarengiz kişinin onu fark etmemesine hayli bozulur. Sonrasında farkındalığını gösteren Regine Paris’e dönüp onu unutsa da bir süre sonra kendisini ziyaret eden genç adamın ölümsüzlüğünü öğrenir ve giderek ona bağlanmaya başlar. İlerleyen bölümlerde görülür ki, bu bağlanış ve aşkın altında yatan en önemli neden yine Regine’nin benmerkezciliği ve ölümsüz birisi tarafından ölümsüzleştirilerek daima hatırlanmayı hedefleyen egosudur. Aslında âşık olduğu kişi değil kafasındaki bu fikirdir. Tüm bunlara karşın genç adamın tek arzusu ise her şeyi unutmak ve hiçlikte yitmek, kısacası hiç olmaktır.
Çünkü ölümsüzlük adına yaşadığı uzun hayat ona tek bir şey öğretmiştir. Her şey aynıdır, her eylem boşuna ve yaşam denen sonunda koca bir hiçliktir. Ama Regine kararlıdır, varolmakla hiçlik arasındaki bu muammalı sırrı öğrenmek istemektedir. Genç adamın peşini bırakmaz ve Fosca’nın yaşamını anlatmaya başlamasıyla romanın ikinci bölümü okuyucuyu sayfalarına konuk eder. Hayatın anlamını bir ölümlü ve bir ölümsüz insan üzerinden süren Beauvoir, kişinin değerinin ne olduğunu ise yaşamı tamamen farklı algılanan iki zıt karakter arasındaki ilişkiden yapılandırır. Felsefeseverler ve sorgulayanlar için okumaya değer bir roman...

Yazarın Diğer Yazıları