Yeniden “Eski Türkiye”

Türkiye” projesi zirveye ulaşmadan dibe yuvarlanıyor. Çuval hadisesinin yaşandığı, siyaset kulisinin darbe söylentileriyle çalkalandığı, Öcalan’ın sözde ateşkesi bozup PKK’ya silaha sarılma talimatı gönderdiği günlerde gündeme gelen  “Yeni Türkiye”  nedense ayrıntılarıyla hiç yazılmadı. Son yıllarda Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın da konuşmalarını süsleyen Yeni Türkiye, 2007’den itibaren özellikle dini duyarlığa sahip medya organları aracılığıyla kamuoyuna duyuruldu.
Eski MİT Müsteşarı Emre Taner, teşkilatın 80. Yıldönümü (6 Ocak 2007) münasebetiyle yayınladığı açıklamada, iki kutuplu dünya düzeninin yıkıldığı 1990 sonrasındaki sürece hazırlıksız yakalanıldığını kaydetmişti. 21. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren,  “birçok ulus-devlet ve milletin hızlı bir şekilde tarih maratonunu kaybetmeye başlayacağını” öne süren Taner, sağlam politikalar üretebilmek için  “ulusal güvenlik ve ulus-devlet yapısına yönelen tehdit ve kaynakları iyi algılayabilme”  ihtiyacının her zamankinden daha fazla hissedilir hale geldiğini belirtmişti. Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Doğu ile Orta Asya’ya açılan alanlarda Türkiye’nin merkezi pozisyon kazanacağına dikkat çeken Taner, artık  “bekle-gör-tavır al”  taktiği ile sınırlı kalınmayacağını, taktik, stratejik ve yüksek stratejik tutumlar belirlenmesi gerektiğini, istihbarat fonksiyonlarımızın ulusal güvenlik politikalarını ve ulusal çıkarları destekleyecek şekilde yapılandırılacağını vurgulamıştı.
Eş zamanlı olarak  “Yeni Türkiye” kavramı ilk kez Graham Fuller’in ABD’de 2006’da yayınlanan kitabının Türkçe çevirisine başlık oldu ve kısa zamanda yaygınlaştı. Adına stratejik düşünce merkezleri kuruldu, birçok yazar övgüler düzdü ve gizemli bir şifre haline dönüşerek kulaktan kulağa yayıldı.
Ahmet Davutoğlu’nun danışmanlığı döneminde(2006), “geç kalmış bir proje” dediği Genişletilmiş/Büyük Orta Doğu Projesi Türkiye’yi bölünmüş gösteren haritalarla sabote edildikten sonra hükümet BOP’u telaffuz etmeyi bırakmıştı. Yükselen slogan ise  “Yeni Türkiye”  oldu. Buna göre Türkiye içeride geçmişiyle ve milletiyle barışık bir siyaset izleyecek sınırlarının dışında kalan coğrafyada da stratejik tavırlar alacaktı. Devletin laiklik anlayışında, dine mesafeli Kemalist yöntemler terk edilecek, cemaat ve tarikatlar sivil toplum kuruluşları biçiminde yeniden tasarlanacaktı. Doğrusu önemli ölçüde başarıldı da. Çeşitli eğitim, kültür ve sosyal projelerle dernek ve vakıflar devlet eliyle desteklenerek sisteme entegre edildi.  “Rızkını devletin kesesinden bilen, aklını da devletin cebine koyar”  sözü tekrar doğrulandı. 
Türkiye bölgede kendine açılan alandaki rolünü büyütmeye kalkıştığında ise işler tersine döndü. ABD’deki Demokrat Obama yönetimi İsrail’deki aşırı sağcı Netanyahu hükümetinin kulağının çekilmesinden rahatsız değildi. Ancak Yeni Ankara, nazikçe bükülecek kulağı koparmaya kalkmıştı! Erdoğan, Erbakan hocasının izinden gidip İslam dünyasının liderliğine soyunuyordu! Büyük devlet aşamasına yükselmeden süper güçlerle aşık atmaya heveslenmişti... 
Önce Arap Baharı’nda hazan yelleri esti. Ortak bakanlar kurulu topladığımız Irak ve Suriye’deki elçilerimizi geri çekmek zorunda kaldık. İsrail otoritesine mecburen boyun eğmek durumunda kalındı ve Gazze’ye gidilemez, yardım gönderilemez oldu. Sonuçta Başbakan Erdoğan, Japonya’dan süper güçlere seslendi:  “Türkiye’nin bölgesel ya da küresel bir güç olma hedefi yoktur.”  Bu konuda hırs göstermenin tehlikesini anladığını, bundan sonra sadece üzerine düşen görevi yapacağını da ifade etti. Oysa daha beş ay önce Anıtkabir Özel Defterine,  “kararlı bir şekilde bölgesel ve küresel bir güç olmaya” ilerlediğini yazmıştı. Diplomatlar Erdoğan’ın sözlerini tevil etmeye gayret etse de mesaj açıktı. 
Bugün artık, Türkiye’nin  “Soğuk Savaş döneminin söylemi olan ‘bölgesel güç’ sıfatıyla tanımlanamayacağını” savunan Davutoğlu’na göre,  “Türkiye küresel güç olma yolunda ilerleyen bir merkez ülke” idi. Bakalım yeni duruma nasıl adapte olacak... Maalesef altyapısı hazırlanmamış, içi doldurulmamış, içeriği tanımlanmamış bir proje, Türkiye’nin “Stratejik Derinliği” ni de silip süpürdü, sıfırladı.
Yeni Türkiye yalnızca dış politika noktasından değil hükümetin iç politikada savunduğu değerleri de tek tek harcıyor. Ülkeyi başkanlık sistemi tartışmalarıyla yıllarca oyaladı. Çözüm sürecini yüzüne gözüne bulaştırdı. Bölünme algısını tırmandırdı. Yargının bağımsızlığını savunurken şimdi hakim ve savcılar üzerinde vesayet rejimi kuruyor. Eski Türkiye’de denetim muafiyeti ayrıcalığına sadece askeri kurumlar sahip iken bugün hükümete çalışan bürokratik kademelerin hepsi Sayıştay denetiminden kaçırılıyor. Fişlemeler yalnızca devletin güvenliğiyle ilgili kritik görevler için değil, Milli Eğitim şube müdürlerinden polis memurlarına kadar yaygınlaştırılarak tasfiyelerde esas olarak kullanılıyor. Yoksa Yeni Türkiye eskinin basit bir güncellemesi miydi?

Yazarın Diğer Yazıları