'Yozgat var, Yozgatlı yok'

Aziz dostlarım, hayır ben Yozgatlı değilim. Yozgatlı can kardeşlerim, çok değerli gönüldaşlarım var elbette, ama ben “çamlığın üstünde tüter bir tütün” misali, hanesinde - ocağında “gül gönüllü - mangal yürekli” vatan sevdalısı insanlar barındıran Yozgat’a çok benzeyen bir başka Oğuz - Türk şehrindenim, Elâzizliyim, Harputluyum...
Niye mi okudum adı bugünkü yazıma başlık olan kitabı?.. Birincisi, edebiyatımıza “Yılkı Atı”  gibi bir şaheser bırakmış olan Abbas Sayar’ın imzasını taşıyan bir eseri okumamak imkânsız olduğu için... İkincisi de, “yiğitler otağı, sürmeliler yatağı”  Bozok Yaylası’nın sinesinde, Müslüman Türk’ün muhkem kalesi olarak duran bu Anadolu şehrini yakinen tanıyıp bilmek için...
“Bilmem hangi şehir uğradı bu garip talihsizliğe? Bir şehir ki kendi var, sanı var, adamı yok... İşte Yozgat bu garib talihsizliğin içinde. Yozgat var, Yozgatlı yok... Erzurumluyem, Kayseriliyem, Vanliyem, Şanliyem... Ama ’Yozgatlıyım’diyen yok. Dışarda belki, Yozgat’ın içinden ’Yozgatlıyım’diyen yok...
Yozgatlı bilmez, ama şu gerçek ki, Yozgat tarihin en eski şehirlerinden biridir. Ankara Üniversitesi eski rektörü Profesör Tahsin Özgüç’ün tetkik sonu bize verdiği rapora göre: Yozgat, M.Ö. 2500 yıl önceki ’Proto Hati’Eti öncesi kurulmuştur.”
Yozgatlı Abbas Sayar,  “Yozgat Var, Yozgatlı Yok*” kitabına işte böyle hüzünlü satırlarla başlıyor. Ve sizi özünüze götürüyor. Yozgat’ın cümle cümle aktığı sayfalarda gezinirken, gözlerinizde ve zihninizde sanki bu şehir değil de, yurdumuzun herhangi bir yöresi, bir başka şehri, ille de kendi doğup büyüdüğünüz yer canlanıyor. Kitabın yapraklarını çevirirken çileli memleketimizin bitmeyen acılarıyla, kara kaderiyle sürekli yüzleşiyorsunuz:
“İkinci Dünya Savaşı Yozgat’ın üstüne de bir tırpan gibi indi. Büyük bir çaresizlik düştü şehrin üstüne... Ne Yozgat kaldı, ne Yozgatlılık... Her hane canı derdine düştü. Ekonomik garantiden yoksun, sesi soluğu belirsiz on üç bin ahali...
Lord Kinross -İngiliz- ve şarkiyatla uğraşan Batılı ekonomist ve tarihçiler özetle şöyle derler:
...Biz Türk tarihini, Osmanlı tarihini tetkik ettik. Vardığımız nokta şu: Aklımızın ermediği, her on beş senede harplerle ön plana sürülen, bu Anadolu, bu Türk köylüsünün tükenmemesi?”

’Sen yeme, ben yiyeyim’ kavgası...
Özellikle Osmanlı’nın emperyalistler tarafından parçalanıp dağıtılışı sırasında, ülkemizin bütün şehirleri, kasabaları ve köyleri de tıpkı Yozgat gibi perişan olmadı mı? Yoksulluk ve çaresizlik içinde kıvranmadı mı? O kara günleri ya kendimiz, ya ailemiz, ya da dost veya akrabalarımız hep yaşamadık mı, en azından yaşandığını duymadık mı?
 “Garip babam cüzdanını silkeliyor ve ‘işte yüz param var’diyordu. Ve ben parayı almadan ağlamaklı gözlerle bahçemizin bir ağaç kuytusuna sığınıyordum. Ve biz, ailemiz, mahallemizin en varlıklı ailesi idik.
Yazmak zor geliyor bana. Yaşamanın ağır zincirleri geçiyordu üstümüzden... Şimdi daha iyi anlıyorum ki, yaşamak çok zor idi Yozgat’ta...”
Abbas Sayar, Yozgat’ı ve Yozgatlıyı anlatırken, ülkemizin 1920’li yıllardan 1980’li yıllara kadarki ekonomik, siyasî ve sosyal gelişmelerini de bir bir gözler önüne seriyor. Köylünün yoksulluğunu, şehirlinin sefaletini, insanımızın bir dilim ekmeğe muhtaç hâlini, ailelerin gelecek umuduyla kıvranışını hafızamızdan hiç çıkmayacak tablolar şeklinde resmediyor.
Siyasette bir zamanlar aktif rol almış, siyasetçilerimizi yakından tanımış yazarımızın şu teşhisi, size bilmem ama bana çok gerçekçi geldi:
 “CHP’den yüz bulamayan tırnaklılar DP hüviyeti altında çıkarlarını sürdürmek istiyorlardı. Ve de bunu başardılar. 1990’a girdiğimiz şu günlerde ’sen yeme, ben yiyeyim’kavgasından başka ne görüyorsunuz siyaset arenasında?...”
Tabii Abbas Sayar bu konuda bütün bildiklerini de maalesef satırlara dökememiş. Dökemediği için de içinin sızladığı belli. Belli ki,  “Söyleyemediğim, söylediklerime rahmet okutur”  diyor ve hemen arkasından da ekliyor:
 “En az iki yüz yıl önce yaşayan bir Fransız düşünürü, ’Bir şeyi yazarken, bir şeyi söylerken içinden ’acaba’diyorsan, hürriyet ve demokrasi yoktur’der. Biz de satırlarımızı sıralarken, ’acaba?’deyip duruyoruz. Varsın olsun. Rahmetli Kâzım Kazancıklıoğlu’nun dediği gibi:
Deli gönül ne gamlenin / Dolacaktır çile bir gün / Süre süre bahar gelir / Bülbül konar dala bir gün”

’Kalbimi size verdim insanlar!’
Kıymetli romancımız ve şairimiz Abbas Sayar, bildiklerini kaleme dökememekten öylesine mustarip ki, yukarıdaki sözü eserin ilerleyen sayfalarında ve bir kere daha, bu sefer düşünürün de adını vererek tekrarlamak ihtiyacını duyuyor:
 “Bundan en az iki yüz yıl önce Fransız düşünürü Montesquieu şöyle der: Düşünürken, söyler iken, yaşar iken içinizde ’acaba’ derseniz, orada demokrasi ve özgürlük yoktur.”
Benim gibi sizler de bu eseri okurken çok yerde hayıflanacak, kederlenecek, bazen de şu aşağıdaki satırları okurken olduğu gibi gülecek ve Yozgat’ta kendi şehir veya kazanızın bir örneğini bulacaksınız. Yozgat’ın bir zamanlar sokaklarında bağıran o tellâllar size de hayli tanıdık gelecek:
 “İlaaannn... Maliyeden bildirilir: Maliyenin alışveriş bir işi varmış. Ben bu kâğıtları okudum. Heç bir şey anlamadım. Anlamak isteyenlerin maliyeye müracaatları ilan olunur...
Bir baş tellâl sesleniyordu:
Kabakçı Hayri Efendi’nin dükkânında ister ayran iç, ister üzüm ye, kebabın tabağı beş kuruş... Beş kuruş... Beş kuruş...”
Yüreği memleket sevdasıyla kavrulmuş, atamız Yunus Emre gibi  “Yaratılanı hoşgördük Yaradan’dan ötürü”  diyebilmiş ve mezar taşına şu mısraların yazılmasını vasiyet etmiş olan Abbas Sayar’a rahmet diliyorum:
 “Bir ucunda dünyanın
  Bir çocuğun ayağına diken batsa
  Canım yanar
  Elimde avucumda yok, neyleyim
  Kalbimi size verdim insanlar!”
---
* ÖtükenNeşriyat, +90 (212) 251 03 50   www.otuken.com.tr

Yazarın Diğer Yazıları