Zamanın ruhu

Zamanın ruhu
Tarihi, insanı ve hayatı donup kalmış, devinimi sıfır bir şey zannediyor bazıları.

Neredeyse yarım yüzyıl önce inandıkları, ezberledikleri ne varsa, onlara takılıp kalmışlar. Bir adım ileriye gidemiyor, gelecekten korkuyor, belirsizlik ödlerini patlatıyor. Oysa hayat canlı bir organizma. İçinde sayısız duygu, olay, düşünce barındırır. Bir şeyleri hızla eskitirken hayat, önümüze yepyeni şeyler koyar ve şöyle der biz insanlara:

“Buna uy, yoksa önce kaybeder, sonra yok olup gidersin.”

Hayatın buyruğunu anlayan neredeyse hiç yara almadan devam eder yoluna. Anlamayanın ise başına pişmiş tavuğun başına gelmeyen gelir. Ve o anlamayanlar, yaşadıklarını hala anlamaz ve başkalarını suçlayarak avutmaya çalışırlar kendilerini.

Geçenlerde tanışıklığımızın çok eskilere dayandığı bir arkadaşla hayatlarımızdaki kırmızı çizgiler üstüne laflıyorduk. Kırmızı çizgilerinden bazılarını sayıp döktü bir ara.

Ama bunlar eski zamanlardan kalan şeyler birader diyecektim ki, eliyle sus işareti yaptıktan sonra devam etti:

“İnsan ilkeli olmalı. Dün savunduğunu bugün reddetmemelisin. Bazı şeyler eskimez. Onlar temel değerlerdir. İnsanlığa mal olmuştur. İşte onlar kırmızı çizgilerdir.”

“Ancak bunlardan bazıları geçmiş zamanın değerleri gibi duruyor. Hayat akıp giderken o değerleri de geride bırakıyor” dedim.

İtiraz etti. Zamanın ruhunu hatırlattım bu kez. Nasıl yani gibilerinden baktı yüzüme bir süre. Zira insanın manevi bir evreni olabileceğini, ruhun varlığını, insan iradesinin bazı zamanlarda belirleyici bir güç olabileceğini tümden reddedecek kadar pozitivizmin pençesinde kıvranan bir arkadaştı kendileri. Ve düşüncelerin, değerlerin, kırmızı çizgilerin göreceli olduğunu, değişen hayatla birlikte onların da buna uyum göstermesi gerektiğini, bunun opurtünizmle bir ilgisinin olmadığını anlatamadık elbette... Onun mutlak doğruları vardı ve bunlar tartışılmazdı...

 

OKUYUNUZ... 

1862 yıLı, Londra’nın kirli ara sokakları... Susan, doğduğundan beri yankesicilerin, kendi deyimleriyle ’ustaparmakların’evinde büyümekte. Bir gün evin kapısını usta bir dolandırıcı olarak bilinen Beyefendi çalar. Büyük vurgun planına Susan’ı dahil eder ve ilk defa bu evden uzaklaşmasına neden olur. Susan’ın görevi oldukça zordur: Karanlık bir malikanede büyüyen zengin bir kızı, sonrasında parasına konmak için Beyefendi ile evliliğe ikna etmek zorundadır. Peki ya Susan’la kızın arasında bir sevgi gelişirse ve bu vurgun planı pek de göründüğü gibi değilse...

 

BEYEFENDİ

Darbe ve bir anne...

Darbe girişiminin olduğu gece, o da uyuyamadı, milyorlaca insan gibi. Zira saldırı altında olan milyonlar gibi onun da özgürlüğü, haysiyeti, yaşam biçimi, seçimleriydi. Annesini aramak isterdi elbette, ancak seksen yaşına gelmiş kadının
o saatlerde uykuda olacağı kesin gibiydi. İçi rahat değildi, ama etmek de istemedi. Sabaha karşı gidişat aşağı yukarı belli olmuştu ve birkaç saatlik uykuyla işe gidebileceğini hesap eden Beyefendi, tilki uykusuna çekiliyordu. Sabah saat sekiz sıralarında telefonun sesi odada çınlamaya başladı. Arayan annesiydi. Sesi uykuluydu
annenin. Gece en az on kez uyuyup uyanmıştı. Tedirgindi. Ürkmüştü. Endişeliydi sesi. Haberi sabah erkenden almıştı. “Nasılsın oğlum, darbeden haberin var, değil mi” dedi, korku dolu bir ses tonuyla. Haberi olduğunu, endişe edecek bir durum olmadığını anlatmaya çalıştı Beyefendi. İnanmadı yaşlı kadın. “Hayır” dedi, “oğlum endişe edecek çok şey var! 36 sene önce de öyle demiştin bana. Sonra ne oldu?” Hay Allah dedi içinden, yahu anne 36 yıl geçti, unut artık şu kötü anıyı... Devam etti annesi: “Oğul, darbe darbedir, ha girişimi, ha kendisi. Nasıl unuturum o
zamanları! Seni bulamayınca babanı rehin almıştı devlet. Babana vurmuştu asker. Sen teslim olunca ancak bırakmışlardı onu. Daha dün gibi... Zihnimde taptaze... Daha ötesi var mı?” “Anne,” dedi Beyefendi, “o zamanlar gençtim. Darbecilere göre suçluydum, almışlardı. Artık böyle bir şey yok. Rahat ol lütfen...”“Almazlar değil mi seni yine, yemin et” dedi annesi yürek burkan bir ses tonuyla. “Tamam, yemin anne. Zaten darbe de başarısız oldu” dedi Beyefendi, “artık git yat anne, biraz uyu...” “Annelik” diye söylendi bir süre Beyefendi, “iki tarafı keskin kılıç gibi: Kutsal ve azap dolu...”

FOTOHABER

İstanbul’da bir otopark. Ve oraların müdavimi olmayı ahaliye kabul ettirmiş bu hergeleye bir de yuva yapmış insan kardeşleri. Doğallığı ve sevimliliği ile hayata tutunuyor. Ve iddia odur ki, çok da keyifli bir hayat sürüyor.
Hayatın insan tarafında ise kargaşa hakim. İnsanlar binbir dertle boğuşuyor.
Her şey durmadan alt üst oluyor. Ve insanlar buna hayat gailesi diyorlar.
Ama bütün bunlar onun umurunda değil. Ön ayaklarını sermiş önüne feleğin çemberinden geçmiş bir eda ile. Sol patinin üstüne de dayadı mı çeneyi, değme keyfine gitsin. Eh, gözler de bu durumda hafiften kayacak değil mi? Dünyayı ise ahaliye bırakmış. Dalaşıp durun dercesine...

İNSANLAR...

Babanın gururu

Yolum düşerse bazen su alırım, metrobüs durağının oralarda ekmek teknesinde poğaça ve su satan orta yaşlı emekli adamdan. Geçen laflarken ayak üstü, “Evinde keyif yapsana, emekli değil misin” diye takıldım ona. “Usta iyi de kızımı kim okutacak, emekli maaşı ne ki?” dedi ciddiyetle. Ne mezunu olduğunusordum. Ortaokul
terk dedi. “Kız nerede okuyor” diye sordum bu kez. Gözlerinin içi güldü. Tam da, genç bir kadın almak istediği poğaçayı gösterirken, “Kızım avukat olacak usta” dedi ve kaçamak bir bakış attı. Yüzündeki o büyük gururune yazık ki fotoğraflayamadım. Ama hafızamda hep kalacak sanırım...