Masum milletimizin acı hatıraları...

“On kişi kadardılar. Her biri on yıl, on iki yıl askerlikten terhis olmuşlardı. Topraklarımızın çok büyük bir kısmı elden çıkmış, ancak şu an elimizde bulunan sınırlarımız kurtarılabilmişti. Buna da şükürdü. Ailelerine kavuşacaklardı. Kış günü Gümüşhane’den Bayburt’a kızak kiraladılar. Veli’nin ödeyecek parası yoktu, onun boynu bükük kalmasına gönlü razı olmayan Salih Pehlivan ücreti ödedi. Yolu yarılamışken bir kurt sürüsü etraflarını sardı. Yıllar yılı yollarda ölen ve gömülemeyen cesetleri yiye yiye kurtlar insan yemeye alışmışlardı. Salih Pehlivan arkadaşlarına kızak üzerinde birbirlerine sıkı sarılmalarını söylemiş ve saldıran birkaç kurdu savurup atmışsa da sürekli dişleniyor, tırmalanıyorlardı. Sonunda kurtlar çelimsiz olan Veli’yi koparıp aldılar. Veli’nin vadide uzun süre yankılanan acı çığlıklarını duydular. Veli’ye acımaları ile kurtulduklarına sevinmeleri birbirine karışıyordu. Daha sonra yeni bir kurt sürüsü iki kişiyi daha koparıp aldı. Salih Pehlivan köyüne kavuşmuş, fakat çok geçmeden bir şeyler hissetmiş ve ’komşular, kurtlardan bana kuduz geçmiş olabilir, şu şu hareketleri yapmaya başlarsam, beni hiç acımadan hemen sımsıkı bağlayın ki kimseye zararım dokunmasın’ diye tembihlemişti. İyi ki tembihlemişti...”
Aziz dostlarım, bu satırları Uygun Ahmet Aker’in  “Seferberlik Hikâyeleri*” adlı yürek burkan kitabından özetleyerek sizlere aktardım. Kitapta filmlere konu olacak daha nice yaşanmış hikâyeler var. Bütün gençlerimizin bu gerçek hayat hikâyelerini kesinlikle bilmesi ve Ermeni ağızlı bir kısım zavallılara, entel - dantel takımına haykırması gerekiyor.

Ermeni yalana yalan katarken...
Ermeniler bir asrı aşkın bir zamandır, bire bin ekleyerek, bir hakikatin yanına binlerce yalan ilâve ederek kendilerinin Türkler yüzünden çektikleri acıları bıkmadan usanmadan anlatırlar... Film yapar, kitap yazar; hayâlî katliâm tablolarıyla dünyanın dört bir yerinde sözde  “soykırım”  sergileri açarlar... Sanatçıları, yazarları, fikir adamlarını ve daha da önemlisi siyasîleri tesir altında bırakır ve sonunda pek çok parlamentodan  “soykırım”  kanunu çıkarttırırlar...
Balkan savaşları sırasında milyonlarca insanını kaybeden, milyonlarcası da muhacir durumuna düşen... Yemen’de, Kanal harekâtında, Çanakkale’de, Kafkaslar’da, daha nerelerde ve nerelerde gencecik delikanlılarını kaybeden... Oğulları cephede iken aileleri düşman istilâsı yüzünden şehrini, kasabasını, köyünü terk edip kaçmak zorunda kalan... Dört bir yandan saldıran düşmanları yüzünden ayrıca açlık ve sefaletle milyonlarca vatandaşı kırılan bizler... Evet, biz Türkler susarız ve hâlâ susmaya devam ederiz!..
Hâlbuki atalarımızın çektiği o amansız çilelerin yazılması gerekirdi. Ermenilerin yaptığı mezâlimden kurtulabilenlerin, kalanların, savaş gazilerinin ağzından, o dönemlerde henüz çocuk yaşta olanların ağzından gerçeklerin dillendirilmesi gerekirdi. Gördükleri vahşetin, acının, çilenin, açlık ve sefilliğin not edilmesi gerekirdi. Binlerce roman, hikâye yazılması, tiyatro sahnelenmesi, filmler ve diziler yapılması gerekirdi.
Ahmet Aker’in kitabını ben hıçkırıklarla okudum. Okudukça içim yandı. Bu ülkeyi bize armağan eden o fedakâr insanların asîl ruhları önünde ezildim, utandım. Onlara olan minnet ve şükran borçlarımızı nasıl ödeyebileceğimizi bilemedim.
Atalarımızın akıl ve havsalanın almadığı o çileli hallerinden şu örneği okuyunca siz de benim gibi düşüneceksiniz:
 “Uzuna yakın boylu ve yapılı bir insan olmasına rağmen, o günlerde kendi anlatımıyla; ’Katırcının tek eliyle kaldırıp katırın sırtına oturtacağı’kadar, hastalık onu hafifletmiştir. Evde çoraplarını çıkardığında hanımı gördüğü manzara karşısında baygınlık geçirir. Bütün ayak parmakları donarak çorabın içine dökülmüştür.”
O savaş yıllarında vatanımızın her yerinde aynı manzaralar yaşanıyordu:
 “İmam yok, mezara koyacak kimse yok, kefen alacak adam ve para yok. Köyün kadınları mezarlığa gidip ancak diz boyu derinlikte bir mezar kazdılar. Yaşar’ı elbiseleri ile defnettiler. Elbisenin bir kısmının dışarıda kalması dahi dikkatlerini çekmedi. Gece kokuyu alan kurtlar cesedi çıkararak götürdüler. Zinnet’in anası haberi alır almaz mezarlığa koştu ve gördüğü manzara karşısında bayılıp yere yığıldı. Orta yerde Yaşar’ın elbiselerinden başka bir şey yoktu.”

Bayburtlu Abdullah Çavuş...
O mübârek insanlar hem vatanımızı kurtardılar, hem de Hakk’ın rızasına erdiler. Yüce Rabbimiz, Abdullah Çavuş gibi has kullarına son anda şehitlik mertebesini işte böyle tattırır:
 “Abdullah Çavuş aralıklı olarak üç defa silâhaltına alınmış, Kurtuluş savaşında birçok cephede savaşmıştı. Bayburt’un merkeze bağlı Kabaçayır köyündendi. Vücudunda hayat boyu birer madalya gibi taşıdığı, hemen göze çarpan yaraları vardı. Bu yaraları, Ege’de Yunanlılara karşı ve Kop Dağlarında Ruslara karşı yaptığımız zorlu savaşlarda almıştı...
Ölümünden bir gün önce savaşlarda aldığı bütün yaralar yeni yaralanmış gibi tazelendi, kanadı, ağrıdı, acıdı... Herkesle helalleşti, Kelime-i  Şehadet getirerek ruhunu teslim etti. Allah rahmet eylesin.”
Kendi köyünü, yuvasını göremeden uzaklarda can vereceğini hissetmek ve o acıyı yüreğinde duymak nedir, bizler elbette bilmeyiz, bilemeyiz, fakat Yemen’e gitmiş Mehmet biliyordu, onun için de hemşerisinden rica ediyordu:
 “Buğdaylı’dan Yemen’e giden altı genç yıllarca öldürücü sıcaklarla, hastalıklarla ve düşmanla savaşırlar. Değişik zamanlarda beşi şehit olur. Yalnızca Kaymak’lardan Memiş sağ salim köyüne dönmeyi başaracaktır. Bir çatışmadan sonra ağır şekilde yaralanan Mehmet, tedavi için getirildiği çadırda yanında bulunan Memiş’ten, şehit olacağına ve köye dönemeyeceğine kanaat getirdikten sonra ısrarla bir şey ister.
-Memiş, eğer köye dönebilirsen Moloç Dağı’na çık, ovayı benim için bir saat seyret.
Mehmet, bu arzusunu arkadaşına ilettikten az bir zaman sonra ruhunu teslim eder, şehit olur.” 
Bu küçük kitaptan sizlere aktarmak istediğim daha pek çok yaşanmış, acıklı hikâye var. Ne yazık ki yerimiz dar. Fakat sizler hem o eşsiz, o garip, o mübarek insanları hayırla yâd edebilmek için bu eseri mutlaka okumalısınız. Millî şuurumuzu yeniden zirveye taşımamız için de butün yakınlarınıza, dostlarınıza, herkese okutmalısınız.
Bayburt’ta eczacılık yapmakta iken zaman ayırıp insanlardan bu Seferberlik Hikâyeleri’ni dinleyip kitaplaştırarak, son derece büyük bir hizmete imza atan Uygun Ahmet Aker’e sonsuz teşekkürler. Bu eseri gözyaşlarıyla okuyacak nice eli kalem tutan kardeşimiz, inşaallah başka vatan yörelerimizden bambaşka  “Seferberlik Hikâyeleri” ni bize armağan edecek ve böylece de milletimize en büyük hizmetlerinden birini sunmuş olacaklardır.
* İSTEME ADRESİ: Ötüken Neşriyat, +90 (212) 251 03 50, otuken@otuken.com.tr


Kur’an ve Turan Ülkücüsü Gül’e rahmet
Azîz gönüldaşlarım, Türk Milliyetçiliği Dâvâsı’nın gençlik önderlerinden 21’inci dönem MHP Milletvekili Mehmet Gül Bey’in zamansız Hakk’a yürüyüşü, hepimizi eleme boğdu. Sohbetlerimizden biliyorum ki azîz dostum ve ülküdaşım Mehmet Gül, Müslüman Türk Milleti’ne yaptığı hizmetleri hiç düşünmeden, yapamadıkları için kederleniyordu.
Ailesine, evlatlarına, bütün ülküdaşlarıma ve milletime başsağlığı diliyorum. Müslüman Türk Milleti’ne yaptığı hizmetlerin Ebedî Âlem’de kendisine şahâdet etmesi dileğiyle, Bozok Yaylası’nın yiğit delikanlısına, “Kur’an ve Turan Ülkücüsü” Mehmet Gül’e, Cenab-ı Hakk’tan rahmetler niyaz ediyorum.

Yazarın Diğer Yazıları