AKP oligarşisini kurdu

Gördünüz mü kimse doğrunun ve olması gerekenin peşinde değil. Herkes taraftar yaratarak, yarattığı taraftarı kendi safında tutacak, çabaların ve dolayısı ile de yarattığı taraftar ideolojisinin peşinde.
Atalarımız “Görülen köy kılavuz istemez” derken, aynı zamanda içinde bulunduğumuz çarpıklığı da tarif etmiş.
İşte size rektör atamaları.
10’uncu Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ile 11’inci Cumhurbaşkanı Abdullah Gül arasında ne fark var?
Buyurun söyleyin lütfen ne fark var?
Ahmet Necdet sezer, önüne gelen rektör adaylarından nasıl seçme yaparak kendine uygun atama yapıyorsa, Abdullah Gül de aynısını yapıyor.
Fark, yapılan iş ve işin gerektirdiği eylemde değil; fark, her iki cumhurbaşkanının ideolojik kimliğinde.
Geçmişte Ahmet Necdet Sezer’i manşetlere taşıyarak yerden yere vuranlar, şimdi ötekilerin rolünü oynuyor.
Susuyor.
Görmezden geliyor.
Niye? Evet niye?
Hani Müslüman kimlik?
Hani Müslüman ahlak?
Hani Müslüman doğruluk?
Hani Allah’ın emirleri?
Hepsi unutuldu. Varsa yoksa kadrolaşma. Kadrolaşma, devlet kurumlarını ideolojik kimliklerle teslim alma dinin önünde. Haydi diyelim Ahmet Necdet Sezer’in İslam ile pratik hayat arasında kurduğu bağıntı zayıf; peki size ne oluyor?
Görüyor musunuz?
Halkı ikiye ayırarak saflaştıran medya ve siyaset aslında aynı sosyal davranış içinde.
Her ikisinin de amacı doğruyu, yalnızca doğruyu ve iyiyi bulmak değil. Salt demokrasi de değil. Her ikisinin amacı da devlet kurumlarına kendi adamlarını getirebilmek.
İşte Türkiye bu mantıkla yönetiliyor. Bu aklın egemen olduğu bir yönetimle varlığımızı sürdürmek zorunda olduğumuzdan, vatandaş olarak, her gün haksızlıklara uğruyoruz.
Rektör atamalarındaki model, atamalarla sınırlı değil. Bu siyasi akıl, ülkenin tüm öteki işlerini de aynı şekilde yürütüyor.
İş başına gelenler, devlet ihalelerinden kamu mallarının düzenlenmesine, devlet içi kadroların tahsisi ve atamasına kadar hep aynı mantığı kullanıyor.
Böylece Türkiye’de amacına uygun, adalete dayalı olarak işleyen bir hukuk sistemi asla hayat bulmuyor. İş başına gelen iktidarlar, yazılı hukuk kurallarını olması gerektiği gibi değil, politik amaçlarına göre kılıfına uydurarak işlettiklerinden benim ülkem, haksızlıklar ülkesi olarak varlığını sürdürüyor.
Siz bakmayın Başbakan’ın veya bundan öncekilerin “liyakat” sözünden sık sık bahsettiklerine.
Liyakat, yetki yeterlilik dengesidir. Yeterlilik, kendisine makam verilecek kişinin o makamın gerektirdiği işleri yapabilme becerisinin yanında yönetim bilgisini, atandığı işten en az yüzde 25 düzeyinde anlamasını ve aynı zamanda iletişim becerisini gerektirir.
Denilebilir ki, atamalarda salt adalet aranmaz. Yöneticinin takdir hakkı vardır. Teorik olarak doğrudur. Lakin takdir hakkı yöneticiye keyfiyet vermez. Yönetici, takdir hakkını eşitler arasından “kamu yararını” dikkate alarak mümkünse en liyakatlisini atayarak kullanır. Bunun böyle olduğunu bize bilim söylüyor.
İş başına gelen iktidar mensuplarının kendi yetki sınırlarını yok saymaları ise apayrı bir problemdir. İktidara gelenler, seçimi kazanmakla yürütme hakkı elde ettiklerini değil, devleti topyekün ele geçirdiklerini sanıyor. Böyle bir yanılgı, halka da yansıtılıyor ve şöyle bir yanlış, toplumsal doğru haline getiriliyor: “İktidara gelen kendi kadrosunu kurar”.
İktidara gelenler elbette kendi kadrosunu kuracaktır. Ancak, bu üst düzey bir tablodur. Bütün devlet kademelerine kendi partidaşlarını veya ideolojik paydaşlarını atayacak demek değildir. Eğer “kadro kurmayı” böyle anlarsak, bu durumda demokratik bir hukuk düzeninden değil, ancak bir oligarşiden söz edebiliriz.
Doğrusu AKP iktidarı sürdürdüğü altı yıllık süre içinde kendi oligarşisini kurmuştur. Rektör atamalarıyla da buna devam etmektedir.

Yazarın Diğer Yazıları