Seçimlerden sonra Suriye politikamız değişmeli!

“Türkiye Suriye’ye girecek”  iddialarından sonra, zaten rayından çıkan dış politikamız endişeyle yeniden gündeme geliyor.

Her ne kadar, yazımızın kaleme alınış saatine kadar, her hangi bir  “yalanlama”  veya “operasyon”  yapılmadıysa da, gelişmelerin izlendiğini belirtmemiz gerekiyor.

Artık seçimlere yeni bir yük daha yükleniyor.

Seçimin galibi kim olursa olsun, Türkiye’nin içine düştüğü dış politika boşluğunun derhal doldurulması öncelikli yer alıyor.

İsrail, Suriye, Mısır, Ermenistan, Rusya, Almanya, Fransa, Yunanistan ve Lüksemburg gibi ülkeler, Avrupa Birliği, Avrupa Parlamentosu benzeri kuruluşlarla başı dertte olan Türkiye’nin, yeni bir dış politika üretmesi bekleniyor.

Üstelik yanı başında, her an  “patlamaya hazır bomba”  gibi duran Irak’ın Kuzeyi ve Kıbrıs’ta, Türkiye’nin ulusal sınırlarını ve haklarını koruması icap ediyor.

Ayrıca, IŞİD gibi kanlı terörist örgütlerin mevcudiyeti, Türkiye’ye çok şeyleri çağrıştırıyor.

Denilebilir ki, Türkiye’nin dış politikası A’dan Z’ye kadar tehlike sinyalleri veriyor.

Hâl böyle iken, en azından ülkenin geleneksel dış politikasına dönmenin fırsatı seçimlerle çıkmış bulunuyor.

2 milyon Suriyeli misafir

2 milyonu aşan Suriyeli  “zoraki”  misafirlerin yurtlarına  “güvenle” dönmelerini sağlamak için, ilk adımların atılması  “acil”  olarak, yeni iktidara veya koalisyona kalıyor.

Kısacası, önce yurtta sonra da dışarıda barışı sağlamak stratejisi artık daha büyük önem taşıyor.

Gerçekten de; Atatürk’ün  “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh”  düsturu halen geçerliliğini koruyor.

Sadece, Hatay’ın topraklarımıza kazandırılması tutumu bile, Atatürk’ün ne denli serinkanlı ve gerçekçi politika izlediğini gösteriyor.

Suriye ile güdülen ve iflas eden dış politikamıza karşın, Atatürk’ün Hatay sorununa bakış açısını Falih Rıfkı Atay’ın Çankaya eserinden özetlemek de bize düşüyor:

“.../Hatay büyük ıstırabı idi. Sanki bir can sevgilisi ağyar kucağında imiş gibi, çırpınıyordu.

Bu çırpınışların pek de tabii bazı taşkınlıklara varmasından kaygılananlar da olmuştu:

Bir tümen asker

Acaba bir sabah uyanıp memleketi harpte mi bulacağız? diye sorarlardı.

Bir akşam, sivil arkadaşlarından birinin: “Paşam, ne diye kendinizi bu kadar üzüyorsunuz! Yarın bir tümen asker yollarsınız Hatay’ı alırsınız” demesi üzerine:

“Evet yarın sabah bir tümen asker yollasam, Hatay’ı alabilirim. Renani için harekete geçmeyen Fransızlar bile Suriye Sancağı için bizimle harbe girmezler. Bunu bilirim. Fakat ya bu sefer şeref ve namus mesele yaparlarsa? Milletler belli olur mu?

Ben bir Sancak için Türkiye’yi harp tehlikesine sokmam, diye vermişti.”

“Rahatsız” olmasına rağmen, Hatay’ın Türkiye’ye resmen bağlanması uğruna giriştiği “diplomasi” ve gösterdiği “metanet” büyük liderin, ne denli bir “Devlet adamı” olduğunu bir kez daha öne çıkarıyor.

Atatürk’ün dış politikada amaçları; Tam bağımsızlık, Millî bir Devlet kurma, Batılılaşma ve mazlum milletlere örnek olmayla özetleniyor.

“Yurtta Sulh Cihanda Sulh”

Büyük önderin dış politikadaki ilkeleri ise “gerçekçilik” ile başlıyor, “hukuka bağlılık”la devam ediyor ve “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” ile bitiyor.

Ancak, Atatürk’ün barışçılığının, tavizkâr veya yatıştırmacı olmadığı kabul ediliyor.

Zaten, Atatürk’ün gerçekçi yönü, böyle bir politika izlenmesini önlüyor.

Atatürk döneminde, Lozan Antlaşması sonrasında, hâkimiyetimiz kısıtlanarak bize bırakılan Boğazlar, Rusya ve İngiltere arasında başarılı bir denge siyaseti izlenmesiyle Türkiye’nin eline geçiyor.

Uzun yıllar, özellikle komşularıyla dost geçinen Türkiye’nin; AKP döneminde, ülkelerin rejimlerine, iç işlerine karışacak kadar sertleşince, ne yazık ki, dış politikası iflasa uğruyor.

Dolayısıyla, hem ekonomi hem de iç politika da bozulmuş oluyor.

Seçimlerde, “iktidar” hangi partide olursa olsun, Atatürk’ün “barış” stratejisini uygulaması aslında bir “zaruret” halini alıyor.

Yoksa, her fırsatta gözü Suriye’nin topraklarına dikmek Türkiye’ye hiç yakışmıyor.

Yazarın Diğer Yazıları