Asıl tehdit ortak aklı kaybetmedir

Güçlü devletlerin dış müdahaleleri, iç siyasetteki kamplaşmalarla birleşince toplumlar kolayca yönlendirilebilir hale geliyor. Türkiye’de ise siyaset, kutuplaşmadan beslenirken; radikal unsurlar bu zeminden istifade ediyor. Oysa çıkış yolu, korkuları büyütmek değil; cesareti ve aklı kuşanmak.

Dünya nüfusu artıyor, kaynaklar ise sınırlı. Ticaret küresel ölçekte artık istikrarsızlıkla iç içe. Bu istikrarsızlıklar sistemin arızası değil, bir stratejisi haline geldi. Güçlü devletler, krizleri araçsallaştırıyor.

Fakat bazı devletler için bu krizler bir fırsat. Hatta bir politika biçimi. Nasıl mı? Bölgesel çatışmalar kaşınıyor, yerel sorunlar büyütülüp savaşa dönüştürülüyor. Çünkü en hâkim olduğun alana hâkim olmak için en etkili yol, başka coğrafyalarda istikrarsızlık yaratmak. Güçlü devletler için sorunları başka topraklarda yönetmek hiç bu kadar kolay olmamıştı. Savaş, doğrudan artık kendi sınırlarında değil; başkalarının sınırlarında. Yıkım başka yerde, güvenlik kendi evinde.

Eskiden darbeler vardı. Artık daha sofistike yöntemlerle iç siyasete müdahale ediliyor. Güvenlik kuşkuları yaratılıyor. Toplumların korkuları kaşınıyor. Demokrasi, askıya alınmasa bile sürekli bir “acil durum rejimi” altında tutuluyor. Ve bu kuşkularla beslenen siyasetçiler için kalkınmak, planlamak, üretmek gibi zor işlerdense, korkular yaratmak, düşman göstermek daha kolay, daha kazançlı.

Dünya, serbest bir pazar olmaktan çıkıyor; kontrollü bir sömürü düzenine doğru koşuyor.

Güçlü devletler, yalnızca dış politika araçlarıyla değil, ekonomiden toplumsal yapıya, medyadan eğitim politikalarına kadar başka ülkelerin iç pazarlarını bile dizayn ediyor.

Siyasi rekabetin yerini güvenlik paranoyası alıyor. Hiçbir söz, bu rekabetin bir tarafı olmadan anlaşılmıyor. Tarafsızlık ya hainlik sayılıyor ya da zayıflık. Farklı düşünmek bile artık bir güvenlik meselesi gibi görülüyor. Böylece herkesin kendi olarak hareket etme kabiliyeti sistematik biçimde yok ediliyor.

Ve geldiğimiz noktada; milli krizler, milliymiş gibi görünen korkulara teslim oluyor.

Bu küresel oyunun en kırılgan halkalarından biri olan Türkiye'de ise bu düzenin işleyişi daha içe dönük ve daha yıpratıcı bir biçim almış durumda. İktidar ve muhalefet arasında neredeyse hiçbir zeminde diyalog kalmamışken, bu ayrışmadan nemalanan radikal yapılar sessizce büyüyor. Kutuplaşmanın sağladığı bu puslu hava, hem devlet yapısının içine sızmayı kolaylaştırıyor hem de toplumu birbirine düşmanlaştırıyor.

Türkiye bu küresel oyunun dışından değil, tam merkezinden etkileniyor. Ancak içerideki en büyük zaaf, kutuplaşmanın her kesimi kuşatmış olması. Siyaset, karşıtını düşmanlaştırarak kendini var etmeye alıştı. Her eleştiri "hainlikle", her sorgulama "operasyonla" eşleştiriliyor.

İktidar ve muhalefet, karşılıklı olarak birbirini suçlayarak toplumun ortak zeminini aşındırıyor.

Bu ortamda siyasi aktörlerin sözleri değil, sloganları konuşuluyor. Sağduyuya değil öfkeye yatırım yapılıyor. Oysa akıl ve vicdan ortak zemindir. Bu zemin kaybolduğunda yalnızca bağıranlar ayakta kalır, düşünenler susturulur.

İşte tam da bu noktada Türkiye’nin gerçek tehdidi devreye giriyor: Bölücü, radikal unsurlar. Bu gruplar kamplaşmalardan besleniyor, kırılmaları körüklüyor. Ortak değerleri sabote eden her söylem, Türkiye’nin hem birliğine hem güvenliğine zarar veriyor.

Bu unsurlara karşı en büyük sorumluluk siyasetçilerde. Ancak ne yazık ki, iktidar da muhalefet de bu konuda çok dikkatsiz. Bir yanda devlete karşı açık tehdit oluşturan yapılara göz yumuluyor, diğer yanda bu yapılara tepki gösterenler de tek bir söyleme hapsedilerek dışlanıyor. Ve o yapıların rol modelleri vatandaşa “barış güvercini” başlığında sunulup benimsetiliyor! “Barış güvercini” resmini okşayan liderimizin taziyesi beynimize çakılıyor!

Vatandaşın siyasetçilere olan güven kaybının temelinde bu ikiyüzlülük var. Herkesin “milli birlik” dediği yerde aslında herkes kendi saflarını sıklaştırıyor. Bölücü yapılar da bu zeminde rahatça büyüyor. “Terörsüz Türkiye” başlığında, teröristin terörden ve cinayetlerden sorumlu hükümlü başından bir kahraman(!) çıkarılmasına herkes seyirci kalıyor…

Toplum; güvenlik söylemleriyle bastırılıyor, milli bütünlük adına atılan adımlar bazen milli vicdanı örseliyor. Vatandaş, gerçek tehditlerle hamasi korkular arasındaki ayrımı yapamaz hale getiriliyor. Ve bu karmaşadan beslenen popülist siyasetçilerin işine geliyor; Korkutan yönetir, susturur, yönlendirir.

Ancak bu yöntem, krizi çözücü değil derinleştiricidir. Korku, ne güvenlik getirir ne refah. Aksine aklın yerine geçtiği her yerde yeni krizler doğar.

Bugün Türkiye’nin en büyük ihtiyacı; hamasetten uzak, köklü bir milli akıl inşasıdır. Bu; yalnızca iktidarın değil, muhalefetin de sorumluluğudur. Millilik, karşıtına düşmanlıkla değil; farklılıklara rağmen birliği kurabilmekle mümkündür. Bu nedenle radikal olmayan her fikir değerlidir. Kaynağı sağ ya da sol, liberal ya da muhafazakâr olabilir. Yeter ki ayrıştırmasın, yıkan değil yapan olsun.

Vatandaş sadece seçim zamanı değil, her zaman aktiftir. Sorulması gereken şudur: Kime neden güveniyoruz? Hangi siyasi kadro, yalnızca kendi kitlesini değil, ülkeyi birlikte yaşatmayı hedefliyor? Siyasetçiler kutuplaşmadan beslenirken, vatandaş bölücülükle mücadeleyi sadece devlete bırakmamalı. Kime oy verirse versin, vatandaştan beklenen; radikal söylemler karşısında uyanık olması, siyasi sadakatini akıl süzgecinden geçirebilmesidir.

Bugün Türkiye'nin önündeki asıl mesele ekonomik kriz, dış baskı ya da jeopolitik risk değildir. Asıl tehdit; ortak aklı yitirme, birbirine güvenmeme halidir. Bu ise yalnızca siyasi değil, kültürel bir meseledir.

Korkuya değil akla, ayrışmaya değil birlikte düşünmeye ihtiyacımız var. Çünkü ancak o zaman; krizlerle yönetilmekten kurtulabiliriz.

Yazarın Diğer Yazıları