Avrupa düşü mü? Geçiniz...

Avrupa düşü mü? Geçiniz...

Korkunç bir yıkımdır düş kırıklığı. O ana kadar inandığın ne varsa paramparça olur. Hiçbir şeyin bir daha eskisi gibi olmayacağını bilirsin artık. Her şey, o anda bulunduğun durumdan da kötü olacaktır. Artık hayatında iyi diye bir şey olmayacak. Hayatın ışığı usulca azalacak ve günün birinde tümüyle yok olacaktır. Yaşamın anlamsızlaştığı nokta da burasıdır. Avusturyalı romancı, oyun yazarı, gazeteci ve biyografi yazarı Stefan Zweig tam da böyle bir durumla karşı karşıya kaldı 2. Dünya Savaşı'nın hemen öncesinde. Almanya'da Hitler diktatörlüğü vardır ve insani her şey yok edilmiştir. Entelektüel dünya hayattan kovulmuş, kitaplar yakılmaktadır. Irkçılık sıradanlaşmıştır. Terör insan ruhunu bile esir almıştır. Düşünebilen., haysiyetli hiçbir insanın soluk alamayacağı kadar zehirli bir hava dolaşmaktadır saymakla bitmez büyük değer yetiştiren Avrupa üzerinde. Savaş yıllarında ise her şey çok daha katmerlidir. Avrupa uygarlığının elinde ne kalmışsa, o da yolcudur artık. Eşitlik, adalet, özgürlük, paylaşım, insanlık, hümanizm, insan hakları buharlaşmıştır...

Düşlerindeki Avrupa'nın yıkımından duyduğu üzüntü nedeniyle 22 Şubat 1942'de Rio de Janeiro'da, karısı Lotte ile birlikte intihar ediyor Zweig...

Darbe gecesinden bir iki hafta sonrasıydı...

Avrupa düşü hakkında zaten çekincelerim vardı. İyice bitti dedim hüzünle. Bizdeki darbe başarılı olsa zil takıp oynayacaktı Avrupalılar. Bu açıktı. Sokaklarda onca insanımız direnirken can verdi. İlgilenmediler bile. Mısır'da darbeyi desteklediler. Göz hizasında kabul etmiyorlar bizi. İlle de efendi uşak ilişkisi olacak aramızda. Demokratik değerleri bizlere yakıştıramadıkları içindir ki, "Bon pour l'Orient" (Doğu için iyi) cümlesini çıkarıyorlar karşımıza. Yani siz Avrupalılara uymaz, yetmez, ama Doğu için iyi, öyle mi? Yani Avrupalı,  ama hiçbir özelliği olmayan kara cahil biri demokrasiyi hak ediyor, ama bu satırları yazan hak etmiyor, öyle mi? Demokrasiyi bile bizi tehdit etmek için kullanıyorsunuz be! Avrupa değerlerini, o düşü bir kez daha katlettiniz efendiler. Ve bir söz:

Eğer bir Avrupalı bana demokrasi, insan hakları dersi vermeye kalkarsa kovacağım. Aha da buraya yazıyorum...

***

BEYEFENDİ

Hasta değil, yağlı müşteri...

Beden ya da ruh arıza sinyalleri verdiğinde her fani gibi Beyefendi de çalar doktorun kapısını. Doktor milleti ya derdine çare bulacaktır ya da en kötü haberi alarak kalan ömrünü sürünerek geçirecektir. Haber en kötüsü değilse tedavi faslı başlayacaktır, paran varsa değil, yeteri kadar varsa eğer!

Derdinin ameliyat gerektirdiğini düşündü Beyefendi aldığı duyumlara, şehir efsanelerine ve yaşananlara baktığında. Yıllardır tanıdığı bir doktora başvurdu. Muayene edildi. Her şey konuşuldu, tartışıldı. Yanılmadı. Ameliyat dedi doktor. O anda bilmiyordu elbette, ancak daha da can sıkıcı olanı duymaya az kalmıştı. Olacakları şöyle özetledi doktor, bakışlarını kaçırarak:

"Bu meslekte öpülmek denen bir kavram var hoca artık. Diyeceksin ki ne? Şu: Teorik olarak devlet, SGK, vakıf, özel, azınlık hastanelerinde ameliyat olabilirsin. Hepsinde fiyat ve muamele farklıdır. Bazısında az para verdiğin için azarlanırsın bile. Bazısında ise iyi para verdiğin ya da verme olasılığın güçlü olduğu için yağlı müşteri muamelesi çekilir, el üstünde tutulursun. Çok iyi araştırma yapman, en az beş ayrı hastaneden fiyat alman, koşullara  bakman, doktorları sıkı bir incelemeden geçirmen ve mutlaka da tanıdık biri şart. Yoksa fena halde öpülürsün..."

"Yani hasta değil, artık birer müşteriyiz" dedi Beyefendi müstehzi bir ifadeyle.

"Evet," dedi doktor, "ancak müşteri olmak da yetmez, en iyi müşteri yağlı olandır, sistem böyle."

"Peki beni en az öpecek birini bulabilir miyim sence?" dedi Beyefendi ve ekledi: "Yahu biz sağlık işlerinde devrim yapmamış mıydık doktor?"

"Elbette" dedi doktor gülerek, "yağlı müşteri artık her yerde tedavinin alasına ulaşabiliyor..."

"Peki ya altta kalanlar, yağsız olanlar yani" diye söylendi Beyefendi.

"Onlar mı? Hııı... Onlar tarihin her döneminde devrimin kapsama alanı dışında kalmıştır" dedi doktor...

***

HAYVANCA

Hayvanların bakışlarına her zaman hayran olmuşumdur. Konuşamadıkları için her şeyi beden dilleriyle anlatmak zorundadırlar. Bu da onları çok iyi yapıyor. Dikkat edin, en beğenilmeyen hayvan bile iyi ve anlamlı bakar. Benim en büyük favorim kedilerdir. Sabah simit alırken biri miyavlayarak çıkıp geldi. Açtı muhtemelen ya da aç gözlü, emin değilim. Yavru henüz. Yemek istiyor bakışlarıyla. Ama öyle böyle değil, kızgın hergele... Onun hallerini anlatmak  zor. Yalnızca şunu söyleyeyim. Anlatmaya kalksam orta halli bir hikaye çıkar o bakışlardan. Aşağı yukarı otuz sayfa... Derdimi anlatmışımdır umarım...

*****

İŞTE O KADAR

Gülünç bir kendini beğenmişlik hali, bütün yontulmamış varlıkların ortak özelliğidir.

*****

OKUYUNUZ

Başarılı hâkimlerden Fiona Maye, özel hayatındaki kriz karşısında çaresizdir: Kocası Jack onu genç bir kadın için terk etmektedir. Fiona tam bu sırada kendini Adam Henry davasının hâkimi olarak bulur. On yedi yaşında bir lösemi hastası olan Adam, tedavisi için elzem olan kan naklini günah olduğu gerekçesiyle reddetmektedir. Onun kişisel haklarına saygı göstermekle bu hakları çiğneyerek hayatını kurtarmak arasında kalan Fiona, Adam'la görüşmeye karar verir. Bu görüşme ikisinin de hayatını değiştirecektir...