Benim okullarım

Okula başladığım 1930’da ilkokulun Türk okulu olması zorunluluğu çıkmamıştı.. Bizi Nişantaşı’ndaki İngiliz Orta Okuluna yazdırdılar... Nenem rahmetli Sabiha Cenani ile beni okula yazdırmaya götürürken okulun Türk Müdürü Bekir Bey’e ve onun vasıtasıyla resmen “eti sizin kemiği bizim”  diye adeta dövülmemiz için icazet vermişti. Dövmediler ama, dövmekten beter ettiler... Köşede saatlerce boynumuzda “Ben kopya çektim” levhasıyla tek ayağımızı kaldırarak ve okul saatlerinden sonra yarım saat, bir saat kalıp bazı metinleri deftere yazdırarak! En ağırı, Cumartesi ve Pazar cezaları idi!
En büyük suç, “Dil kuralına aykırı hareket etmekti.” Bu diğer inzibati kuralları son sınıflardan seçimli özel öğrenciler,  “prefectler” uygularlar ve gözümüzün yaşına bakmadan ceza keserler ve Müdür odasının önündeki kara kaplı kitaplara yazılırdı...
Bizler o zamanın Baker Mağazası’ndan alınan bleyzer ceket ve gri pantalon giymeye, kravat takmaya ve de okula girer girmez, sokak ayakkabılarını çıkarıp “mest” giymeye mecburduk. Okulun renkleri, lacivert açık mavi idi ve bu renkler olan keplerimiz vardı.. İngiltere okullarında o zamanlar olduğu gibi!
Okulun Müdürü, “baba” dediğimiz Mr.Peach’tı eşi de ilk sınıfta öğretmenimiz Mrss Peach. Çok serttiler ve nenemden aldıkları yetkiyle beni bir hayli hırpaladılar... Bazen haklı, bazen de haksız yere! Daha sonra, aslında Anglikan rahibi olduğu halde Mr. Peach’in cenazesine gittim ve hakkımı helal ettim!
Okulda öğrenciler dört takıma ayrılmışlardı ve Hürriyeti Ebediye Tepesi’ndeki  “Fielde” gider spor yapar ve okulda boks maçları yapardık...
Ve temsiller verilirdi. Fareli Köyün Kavalcısı’nda, farelerden biri, Alis Harikalar Diyarı’nda istiridye olmuştum...
Şiar Yalçın’la arkadaşlığımız babalarımızın durumuna; yani babamın, Şiar’ın babası eski Maliye Nazırı Cavit Bey’in idam hükmünü veren yargıçlardan biri olmasına rağmen, infazdan 4 yıl sonra ilkokul sıralarında yanyana oturmakla başladı. Tahmin ediyorum İngilizler bunu ya hınzırlıklarından ya da iyi niyetle yapmışlardı. Ama Şiar’la dostluğumuz hep devam etti, ediyor...
O hatırlattı; Türkçe dersinde onun kompozisyon yazısını ben yazmış ve bu yazı öğretmenden takdir alınca atılmışım “ben yazdım” diye!
Herhalde İngiliz Okulu benim için bir kâbustu. Özellikle Mr. Campell adlı, derslere İskoç eteği ile gelen bir hocamız vardı. Bana kök söktürdü sonra ben Washington’da basın müşaviri olduğumda Amerika’nın Nebraska eyaletinde buluştuk dost olduk ve Mr. Campell Türk davalarına yardımcı oldu.
İngiliz okulundan Robert Kolej’e gidince, sanki cehennemden cennete geçmiş gibi oldum. Bunun da öyküsü sonra...
NOT: Şiar’la arkadaşlığımızın öyküsü; Nebil Özgentürk’ün hazırladığı ve 19 Şubat’ta, CNNTURK’te saat 20.30’da

 

Karagöz Kolleksiyonundan
Kapakta, Amerika bir kutu içinde Almanlara para yardımı yaparken görülüyor ve durumu izleyen Karagöz, Hacivat’a diyor ki: Şu kurnaz kikri gördün mü Hacivat? Fransızları kündeden atmak için Almanya’yı para ile siyasetle bend etmeye çalışıyor. Dünya işleri hâlâ para dolabiyle, siyaset dolabiyle dönüyor vesselam...

8 Temmuz 1931



Bir Fıkra
Stalin’in yolunmuş tavuğu!
Stalin en sadist cinayetlerini planladığı çalışma odasına, yakın dostlarını toplamış sohbet ediyordu. Votka şişelerinin biri gidip, diğeri geliyordu... Kafalar iyice dumanlanmıştı... Stalin kan çanağına dönmüş, gözlerini etrafinda dalkavukluk yarışına girmiş adamlarına çevirerek sordu: “Saçlarını ihtilalde, halk içinde, devlet yönetiminde, bürokraside ağartmış dostlarım, söyleyin  bakalım halkın yonetime baş eğmesi, kayıtsız şartsız itaat etmesi için yöneticiler ne yapmalı, nasıl davranmalıdır?”  Her dumanlı kafadan bir ses çıkar; Kimisi adaletten, haktan söz eder... Kimisi demokrasiden... Kimisi sürgünden sehpadan, hapisten... Ama kitlesel cinayetlerin dehası Stalin, adamlarının bu önerilerini beğenmez.  Bir kadeh daha votka çekerek, şöyle der:  “Yönetimi eline geçiren hükümdarın Tanrıdan pek farkı yoktur! Halkın karşınızda baş eğip durması için ne yapmanız gerektiğini ben, kafalarınıza çivi gibi çakayım..”  Ve hemen hizmetçileri çağırıp emreder: “Çabuk bana bir tavuk getirin..” Ve tavuğu getirirler. Stalin, kafaları iyice dumanlanmış adamlarının gözleri önünde başlar canlı tavuğun tüylerini yolmaya... Bütün tüyleri yolunup cascavlak olan tavuğu odanın ortasına salıverir. “Şimdi izleyin bakalım tavuk nereye gidecek?”
Zavallı tavuk bu azaptan kaçıp kurtulayım diye aralık kapıdan dışarı çıkıp, canını atayım diyor, soğuktan tir tir titriyor. Ve masaların altına giriyor, masa ayakları canını yakıyor... Duvar diplerine koşuyor, tüysüz kanatları yara bere içinde kalıyor...  Şömineye yaklaşıyor tüysüz derisi kavruluyor; çaresiz, tüylerini yolan Stalin’in bacakları arasına sığınıyor... O zaman Stalin, cebinden bir avuç yem çıkarıp yolunmuş tavuğun önüne, tane tane atıveriyor. Tavuk, Stalin nereye yönelse onun peşinden koşuyor..Ve Stalin, pos bıyıklarının altından gülerek, şöyle diyor: “Gördünüz mü, halk dediğiniz topluluk bu tavuk gibidir... Tüylerini yolup al ve serbest bırak... O zaman onu yönetmek kolay olur!”

ÖZDEYİŞ
“Üç çeşit insan vardır: Olayları yapanlar, olaylara bakanlar ve neler olduğuna hayret edenler”... Ben dördüncü çeşidi söyleyeyim; hamamda türkü söyleyenler ve dışarıdan gazel okuyanlar, ahkâm kesenler...

Yazarın Diğer Yazıları