Bir zamanlar İstanbul...

Ben Ankaralıyım. Yani doğum yerim Ankara. Fakat yaşamımın büyük bir bölümünü İstanbul’da geçirdim. Bunun başlıca sebebi de eğitim idi. Şimdi ise Alanya’nın bir kasabasında ikamet ediyorum. İstanbul’da oturmadığımız semt kalmamıştı ama genellikle sahil kesiminde otururduk. Alanya’yı tercih etmemde de her halde bu etken oldu gibi geliyor bana...
Şişli, Fatih, Nişantaşı, Maçka gibi iç kesimlerin yanı sıra, Bostancı, Büyükada, Bakırköy, Florya gibi deniz kenarları revaçtaydı. 
İkamet ettiğimiz yerler apartman dairesi olduğu gibi kimi zaman da bahçe içinde müstakil mekanlardı.
Benim çocukluğumun geçtiği yıllarda İstanbul, 6-7 yüz bin nüfusa sahipti. Semtlerde herkes birbirini tanırdı. Genellikle işe aynı saatlerde, aynı vasıtalarla gidilir ve dönüş de aynı şekilde olurdu. Herkes birbirini tanırdı dedim. Eğer o gün yol arkadaşlarından birini trende veya vapurda göremezsek telaşlanırdık, kendisine veya ailesinden birine bir şey mi oldu diye. Bu duruma mahal vermemek için ertesi gün işe gelmeyecek olanlar, haber verirdi  “Ben yarın, bir işimden dolayı gelemeyeceğim” diye... Şimdi aynı apartmanda oturan kapı karşı komşular birbirlerini tanımıyorlar. Bayramlar vesile olurdu apartman komşularının bir araya gelmelerine diyeceğim ama o da mazide kaldı. Şimdilerde bayramlarda bir seyahat furyası başladı ki sormayın gitsin. Ha tabii bu arada ziyarete edilerek yapılan bayramlaşmaların yerini de cep telefonları marifetiyle mesajlaşmak(!) aldı...

 

***

 

Çocukluğumun İstanbul’un bir özelliği de her tarafın çayır çimen olmasıydı. Tabii bu da bizim oyun sahamızın genişlemesi demekti. Bostancı’da oturduğumuz dönemlerde evimizin karşısındaki çayırlık bizim top sahamızdı. Babam hem Bostancı Spor Kulübüne yardım etmek hem de ağabeyim Gündüz’ün spor merakını tatmin için buraya iki kale direği yaptırmış ve hatta o zamana göre lüks sayılacak kale ağlarını da taktırmıştı. Daha büyükler ve bu arada Gündüz ağabeyim bu sahada ciddi maçlar yaparlar ve boş olduğu zaman da biz mahalle arkadaşlarıyla futbol oynardık.
Mahalle arkadaşlarım Bostancı’nın fakir ve orta halli ailelerin çocukları idiler. Çoğunun düzgün kıyafetleri olmaz, ayaklarında ayakkabı bulunmazdı. Bu arkadaşlarımdan çoğu ile ilişkim yıllar boyu devam etti.
Tabii bizler için tatilin en önemli olayı denize girmekti. Suadiye ile bostancı arasında Çatalçeşme denilen bir mevki vardı. Orası halka açık bir plajdı. Her sabah mutadı veçhile benden büyükçe olan ablalarımla -kuzenlerim Berin ve Suzan- birlikte ve elbette başımızda bir büyükle, at arabalarıyla plaja gider ve öğle üzeri dönerdik. Bizim denize girdiğimiz yerler şimdi, doldurulup sahil yolu yapıldı.
Bostancı’dan aklımda kalanlar arasında; gene at arabalarıyla Suadiye’ye Çınardibi’ndeki bir gazinoya gidip açık hava sinemasına gitmek bir de Bostancı’da iskelede Şaban Efendinin işlettiği gazinoya sık sık gelen tiyatro truplarının, Naşit’in İsmail Dümbüllü’nün temsillerine gitmek... Zaman zaman da karşımızdaki çayıra cambaz gelirdi.
Yaz tatilinin unutulmazları arasında elbette dondurma vardı. Özellikle öğleden sonraları akşam üstüne yakın Arnavut dondurmacıların gelişi bir başka alemdi bizim için.
Dondurmam var kaymaklı diye bağıran dondurmacılar arkalarındaki sırığın iki tarafına asılı ve dengeli kaplarla sökün ederlerdi. Bu kapların havlulara sarılmış birinde kaymak, vişne, limon dondurması bulunur, diğerinde ise süslü boyalı bir teneke camlı kutu içinde bardaklar, kaşıklar bulunurdu.
Dondurmacı şöyle bir çalkaladığı cam tabaklara veya helvadan yapılı külahlara yüz paralık, beş kuruşluk dondurma koyar verirdi. Biz seçkin olduğumuz için dondurmacıları evin önüne çeker ve evden verdiğimiz kaselere dondurma koydururduk.
Hey gidi günler hey...

Yazarın Diğer Yazıları