'Cihan Devletimiz'i işte böyle yok ettik!

“İş başında ister genç Türkler ister ihtiyar Türkler bulunsun, sizin için fark etmez. Siz yalnız ordu ile meşgul olacaksınız. Siyaseti Osmanlı ordusundan çıkarınız, siyasetçilik o ordunun en büyük hatasıdır.”
  Aziz gönüldaşlarım, yukarıdaki sözler, Birinci Dünya Savaşı başladığında ittifak yapmak zorunda kaldığımız Alman İmparatoru tarafından görevli olarak Osmanlı Devleti’ne gönderilen Liman von Sanders’e yapılan tavsiye, daha doğrusu verilen emirdir.
Alman İmparatoru o ünlü komutanı bu şekilde uyarmak ihtiyacı duymuş, çünkü siyasete bulaşan Osmanlı askerinin ülkeyi düşürdüğü durumu yakından görmüş ve bu hususta daha baştan tedbirini almıştır.
Alman İmparatoru biliyordu ki siyaset sevdasına düşen ordu hem kendisini mahveder, hem de ülkesini imha eder. O da görmüştü İttihatçıların Osmanlı’yı nasıl zelil ve perişan ettiğini. O zamanki burnu büyük askerî şeflerimiz, Batılıların  “aferin!”lerine kulak verip, Osmanlı’yı modernleştirmek, güya “elden gitmekte olan vatan topraklarını” kurtarmak ve ülkeyi “müstebit bir Sultan”ın elinden alıp  “yüceltmek” istiyorlardı. Derken hiç bilmedikleri ve bilmelerinin de asla mümkün olmadığı siyasete el attılar ve Ak Sultan İkinci Abdülhamid Han Hazretlerini tahtından indirdiler, sonunda da çok geçmeden koca devleti tarihten silip attılar. Geriye kalan küçücük bir toprak parçasını, Bugünkü Türkiye’mizi düşman işgalinden kurtarmak için çektiklerimiz de ortadadır.

‘Gönlümüze dar  gelen hudutlar’

“Bu memleketi on sene idare etsinler, yüz sene idare ettik diye övünsünler!”  diyerek olacakları önceden gören Büyük Sultan Abdülhamid Han, siyasete karışan askerin vatanı kısa sürede elden kaybedeceğinden emindi. Nitekim askerler, o mübarek Hakan’ı Selânik’e sürgüne göndermelerinin ardından, beceriksizlikleri ve iş bilmezlikleri yüzünden Balkan Savaşı’nı çıkarttılar. Dört yüz seneyi aşkın bir süre emrimizde olmuş olan küçük küçük Balkan devletlerinin küçük küçük orduları karşısında yenilip, bizi bütün cihana rezil kepaze ettiler. Osmanlı Devleti’nin nam ve şanına leke sürdüler. Ardından da Selânik başta olmak üzere bütün o Balkanların buram buram Türk kokan topraklarını cüce cüce devletlere teslim ettiler. O sözde Ermeni soykırımına taş çıkartacak şekilde milyonlarca Türk’ün Balkanlar’da şehit edilmelerine, yerlerinden yurtlarından olmalarına, her türlü saldırı ve tecavüze uğramalarına sebep oldular.
O da yetmedi, aynı siyaset cahili ve dünya jeopolitik dengeleri konusunda bilgisiz ve zavallı askerî liderlerimiz, hiç yoktan memleketi Cihan Harbine soktular. Sonunda da üç milyon metre karelik topraklarımızın üçte ikisinden fazlası elimizden çıktı, petrol sahalarımız düşmanlarımızın eline geçti ve “gönlümüze dar gelen” daracık hudutlara sıkışıp kaldık...

‘Türkiye’de Beş Sene*’
Kıymetli dostlarım, Liman von Sanders’in “Türkiye’de Beş Sene” adlı hatıralarını okurken işte bunları düşündüm ve kendi kendime hep; “Keşke o devirdeki askerî liderlerimiz siyasete bulaşmadan kalsalardı, biz de Cihan Devleti Osmanlı’yı kaybetmeseydik!” diye hayıflandım durdum.
Bugün bu eserden altını çokça çizdiğim cümle ve paragraflardan sadece birkaçını, düşünüp ibret alalım diye sizlere sunacağım... Elbette bütün mesele, “Her şeyi en iyi ben bilirim” şeklindeki korkunç bir kibir ve gururdan kaynaklanıyordu ki işte bunun en çarpıcı misali:
 “Enver, Harbiye nâzırı olduğu zaman, aynı zamanda kendisini Genelkurmay Başkanı da tayin etti. Bundan maksadının öteden beri Harbiye nâzırları ile genelkurmay başkanları arasında süregelen devamlı anlaşmazlığa mani olmak olduğunu söylüyordu.”
  Böylesi bir gurur ve kibir, Osmanlı Devleti’nin başındaki Sultanı dahi istiskal edecek ve ona saygısızca davranacak kadar ileri raddelere varıyordu:
 “Başkomutan Vekili Enver bu törene bir saatten fazla geç gelerek yaşlı ve hayli hasta olan Padişahı ve tören için toplananları uzun zaman bekletmiş ve hepimizi üzmüştü.”
  Daha sonra bu Alman general, ülkemizi geziyor, Türk milletinin asilliğini görüyor ve nihayet şu kesin kanaate varıyordu:
“Gerçekte ise kıymete sahip Türkler, daima ağır başlı ve uzak görüşlü olup derin duygularını gürültülü gösterilerle dışa vurmayanlardı.”
  Türk evlâdının edep ve hürmeti konusunda da şu tespitleri yapıyordu:
“Edremit’te birlikleri teftiş ettikten sonra zengin bir yağ fabrikatörünün evi olan bir Türk evinde ilk defa olarak gecelemiştik. Evin yetişkin oğullarının misafirlere hürmetle sofrada oturmayıp hizmet etmeleri âdeti beni o zaman çok şaşırtmıştı.”
Mehmetçiğimize olan hayranlığını ise şu cümlelerle dile getiriyordu:
“Türk askeri ve özellikle Anadolu askeri, mükemmel bir cevherdir. Güzel bir şekilde ihtimam gösterilip yeterli derecede yiyecek sağlanarak iyi bir talim ve terbiye verildiğinde ve sakin ve emniyetli bir şekilde idare edildiğinde bu askerlerle büyük işler başarmak mümkündür.”


Hâyâl âlemindeydiler...

Memleketin maddî imkânlarından gâfil ve ülke gerçeklerinden habersiz, fakat her şeyi siyasîlerden çok daha iyi bilen askerî liderler, Balkan Savaşının ardından bizi sürükledikleri Cihan Harbinde insanımızı bakın nasıl perişân ettiler:
“Yiyecek yokluğundan ve sıcak tutacak elbisenin olmamasından büyük zayiat meydana geliyor. Birçok Türk eri ince yazlık elbise ile kaputsuz ve ayakkabısızdır. Ayakları ekseriyetle paçavralarla sarılmış ancak parmakları yine de dışarıdadır. Erzak, ortalama olarak günlük miktarın üçte biri oranında verilebildiğinden askerler tamamen zayıf düşmüşlerdir.
Koşum hayvanlarına hiç yem verilmiyor. Binek hayvanlarına ise günlük 1 ila 1,5 kilo arpa veriliyor. Bundan dolayı günlük hayvan telefatı çok büyük olup esasen yetersiz olan hayvan sayısı beslenememe sebebiyle yük taşımaya elverişsiz hâle geldiğinden nakliye vasıtası sayısı sürekli azalmaktadır.
Bu şartlar altında bir kar boranı veya buna benzer bir fırtınadan sonra bazen bütün bir birliği dağ başında açlıktan ölmüş veya soğuktan donmuş bulmak şaşırtıcı olmaz.
Hiç zannetmem ki bu zavallı insanların kahramanlığı, Şıpka Geçiti’nde kardan ölen Rus Kazakları’nkinden daha az olsun.”
Bir çoğu iyi niyetli, ancak hâyâl âlemindeki o askerî liderlerin, ayağı yere basmaz o “halâskâr zâbitan”ın, dünyanın en asîl milletini nasıl yerlerde süründürdüğünü, bir cihan devletini kendi sözde idealistlikleri uğruna nasıl batırdıklarını görüp bilmeyen kalmadı. Bu acı gerçeği Liman von Sanders kitabının sonunda, daha o maceraperestler hayatta iken yüzlerine işte şöyle vuracaktır:
“Türkiye yalnız Boğazları savunmayacak, uzaklarda bulunan geniş hudutlarını himaye ve muhafaza etmekle kalmayacak, Mısır’ı zaptedecek, İran’a bağımsızlığını kazandıracak, Kafkasya’da bağımsız devletler kuracak, mümkün olursa Afganistan üzerinden Hindistan’ı tehdit edecek ve en sonunda Avrupa cephelerinde faal yardımda bulunacaktı.
O zamanki askeri idare altında bulunan Türkiye, takip ettiği hedefleri ve maddî imkânlarını birbiriyle uyumlu hâle getirmeyi başaramadığından dolayı en büyük sorumluluk onun üzerindedir.” 
* Yeditepe Yayınevi, (0212) 528 47 53

İzin Arzı:
Kıymetli okuyucularım, yıllardır biriktirdiğim küçük işlerimi halletmek üzere, önümüzdeki Salı gününden başlayarak 10 gün izin yapacağım. Affınıza sığınıyor, hepinizi Cenab-ı Hakk’a emânet ediyorum.

Yazarın Diğer Yazıları