Çocukluk arkadaşımın şehit oğlu

Çocukluk arkadaşımın şehit oğlu

45-50 yıl önce... Trabzon'un Tonya ilçesinin yaylalarında derme çatma evlerde 3-4 ay kalırdık yazları. Muhammet komşumuzun oğluydu. 8-10 yaşlarındaydık. Babalarımız gurbetteydi. Yarı yetimler gibi büyüyorduk. Ailelerimizse destek olmaya çalışırdı birbirine. Arada bir kavga gürültü olur, ama hemen barışılırdı. Birinci dereceden oyun arkadaşıydık Muhammet ile. Çimenlerde perişan ederdik kendimizi, koşturmaktan. Tahtadan yapmaya çalıştığımız arabalarda yolculuklar eder, debisi az derenin önünü kapatıp çamurlu sularda yüzer, çelik çomak oynar, türlü türlü oyunlarla üstümüzü başımızı ota, çamura bular, kendimizi anne dayağına hazır hale getirerek evlerimize giderdik akşamları. Hep oyun oynamazdık elbette. Arada bir dalaşırdık da.Ve on kavganın dokuzunda dayağı ben yerdim. Döverdi beni Muhammet. Pısırıktım. Korkaktım belki de. Ya da Muhammet cesur bir çocuktu. Bir akşam vakti, yine dayağı yedikten sonra eve dönerken, halamın verdiği cesaretle sıkı bir dayak atmayı başarmıştım arkadaşıma. Ondan sonra bir daha dövüşmedik. Daha iyi arkadaş olduk. Sonra ilkokulun sınıflarını ardı ardına geride bıraktıkça, oyunlarımız da karmaşıklaştı elbette. Derken ortaokul, büyük kentlerde lise, üniversite... Hayatta başımıza sardığımız bir yığın iş. Çok arada bir görüşmeler derken bu yaşlar...

Ve Muhammet'in, daha dünün o küçük çocuğunun 28 yaşındaki oğlu Ercan'ın Cerablus'ta şehit olduğu haberini aldım! Öylece kaldım bir süre... Evli, dal gibi bir oğlandı Ercan, karısı hamile. İlk anlarda arayamadım. Olmadı. Sonra cesaret buldum. Ne denirse böyle bir acının üstüne, onları demeye çalıştım. Muhammet'in sesinde sonsuz bir acı vardı elbette. Evlat acısı... Ama o çocukluğundaki hesapsız kitapsız, o çocuksu tonu duyumsadım yine de. Ve kapattık telefonları. "Her ölüm, erken ölümdür" der şair diye söylendim içimden acıyla. Tamam ama, seninki de iş mi şimdi Ercan? Bu kadar da erkeni şart mıydı be evlat...

******

BEYEFENDİ

Basiretin bağlandığı anlar...

Birkaç kez dibe vurmuşluğu vardı. Oraları bilirdi. Çıkmayı da ama... Fakat son darbe, zamansız gelmişti. Beklemiyordu. Yakasına yıllarca önce yapışmış bazı fiziksel arızalarla boğuşuyordu. Parasızdı çoğu zaman olduğu gibi ve harap olmuş bir psikolojiyle hala kuyruğu dik tutarak, tutunmaya çalışıyordu hayata. Güvendiği birkaç şey vardı, ancak bunların ne kadar işe yarayacağı konusunda bir fikri yoktu. Deneyimleri. Yetenekleri. Kendisiyle dalga geçebilme potansiyeli. Ve uyum becerisi... Kar, boran, soğuk ve yerler çamur deryasıyken, kaputuna sarınıp uzun bir yolculuğa çıktı sahilin birinde. Yürüdükçe zihnindeki karmaşa kıyamet halini aldı bir süre için. Kıyameti dinledi bir süre. Yeniden ayağa kalkmak gerekiyor dedi sertçe. Bu badireyi de atlatacaksın. Elinde de epey malzeme var aslında, nankör olma! Bir yerden başla. Sonra yine başa döndü. Ve diline pelesenk olan bir cümleyi yeniden anımsadı hüzün, öfke ve hayal kırıklığıyla:

"Bu yaptıklarını eşek bile yapmazdı, usta, eşek bile..."

Bir kar suyu birikintisinin içinde buldu kendini o anda. Buz gibi su ayakkabılarından süzüldü içeriye. Hafiften ürperdi Beyefendi. Ama çok da aldırmadı soğuk suya. "Evet" dedi yeniden yürüyüşe geçerken, "İnsan asla yapmaması gerekenleri neden yapar? Herkesin farkında olduğu şeyi sen nasıl görmezsin? İnsan kendine zarar vereceğini bildiği bir şeyden neden kaçınmaz? Ben buradayım diye haykırıp mahalleyi bile ayağa kaldıran tehlikeyi nasıl görmezsin acaba? Çocuk ruhlu olmak, ortalama bir eşeğin yeteneklerinin bile gerisinde kalmak mıdır birader?"

Durdu birden yolda. Ruhunun karmaşası içinde birkaç cümle sıyrılıp kulaklarında çınlamaya başladı sanki. Büyük halası şöyle diyordu:

"Bazen basiret bağlanır ve olmadık hatalar yaparsın oğul. Büyük adamlar da yapmadı mı? Ama yaşıyorsan, her şeyi yoluna koyarsın..."

Kan aniden daha hızla dolaştı damarlarında. Evet, hayattayım dedi. Bunca eğrinin yanında doğru olan buydu demek ki! Ve hepsinden çok daha güçlüydü...

******

İNSANLAR

Beyoğlu... Yaşını başını erkenden almış bir kadın. Saçlarını nerede ağarttığı ise sır değil gibi. Kent yoksullarından da daha derin bir yoksulluğun pençesinde olduğunu söylemeye bile gerek yok. Satacağı üç beş mendille günün en acil ihtiyaçlarından birini karşılamayı umuyor belli ki. Yüz hatlarında çok uzaklardan bile seçilebilecek kadar yoğun, belirgin bir acının imzası var. Peki ya içinde diyor sanatçı fotoğrafını çekerken, iç dünyasında nasıl bir cehennem var acaba bu kadının? Bu soruyu soramıyor elbette. Ve sessizce karışıyor Beyoğlu'nda akıp giden insan seline...

******

İŞTE O KADAR

Kusurların en büyüğü, insanın kendi kusurlarının farkında olmamasıdır.

*****

OKUYUNUZ

"Merak uyandıran, hayat dolu ve son derece ustalıkla yazılmış, nefes kesen bir roman..."

The Guardian

"Ödüllü yazar Markus Zusak'ın akıllara kazınacak kadar etkileyici ve şiirsel bir dille yazdığı bu Kitap Hırsızı romanı, okuyucuya sunulan benzersiz bir hediye gibi..."

GoodReads

"Bu unutulmaz hikâye kalbinizi çalacak!"

The New York Times

Etkili yayın organları hakkında bunları diyorsa, kitabı okumakta büyük fayda var derim...