Türkiye Büyük Millet Meclisi…

Adı bile milletin iradesini çağrıştırır. Çünkü bu kurum, yalnızca bir yasama organı değil, bir kurtuluş destanının siyasi tecellisidir.
Kurtuluş Savaşı’nı yürütmüş, işgale karşı milletin namusunu koruyan bir Meclis’tir “Türkiye Büyük Millet Meclisi”.
Mustafa Kemal Atatürk,23 Nisan 1920’de Meclis’i açarken, şu sözü söylemişti: “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.”

Bu söz, TBMM’nin duvarına yazılmış bir süs değil, bir devlet felsefesidir. Çünkü Meclis’in kuruluş amacı, hiçbir örgüte, hiçbir zümreye, hiçbir şahsa ayrıcalık tanımadan, milletin kaderini milletin elinde tutmaktır.

Ama bugün, bu çatı altında bebek katili olarak tescillenmiş bir terörist başının adı, bir “siyasi figür” gibi telaffuz edilebiliyor!

Bu sadece bir provokasyon değildir. Bu, devleti tuzağa çeken yeni bir mühendisliktir.
Sorulması gereken şudur; TBMM, bir terör örgütünün ideolojik prestij alanı hâline getirilebilir mi?

Terörsüz Türkiye ideali, örgütün silahsız zaferine mi dönüştürülüyor?

Her parti, DEM Parti’nin grup toplantılarında cinayet şebekesi başı hain Öcalan lehine atılan sloganlara bir şekilde tepki gösterdi.
Kimi “kınamakla” yetiniyor, kimi “siyasi sınırları” hatırlatıyor.
Ama bir parti var ki, bu manzara karşısında neredeyse tasvip edercesine sessiz; MHP.

Oysa sessizlik, bazen bir politik duruş değil, farkında olunmadan düşülen bir tuzaktır.
Bir zamanlar “vatan, millet, bayrak” diye haykıran sesin, bugün Meclis’teki bu meydan okumaya karşı susması, sadece siyasetin değil, milliyetçi vicdanın da sorgulanması gereken bir durumdur.

Kendine kurulan tuzakları fark edemeyen devlet, düşmanının planının parçası olur.
Ve o tuzağın en tehlikelisi, artık silah değil, söylemdir.

Ziya Gökalp bir asır önce şöyle demişti; “Devletin birliği, milletin şuuru ile korunur.”

Eğer milletin şuuru uyutulursa, devleti koruyacak irade de zayıflar.
Bugün olan budur; devletin refleksi, kendi ideolojik meteforuna hapsolmuştur.
Devletin büyüklüğü, düşmanını bastırmakta değil, tuzaklarını sezmekte saklıdır.

Friedrich Nietzsche’nin şu sözü, bugünün Türkiye’sine bir ayna tutuyor; “Canavarla savaşan, sonunda canavara dönüşmemeye dikkat etmelidir.”

Devlet, terörle mücadele ederken onun siyasal zeminde tanımlayamaz. Çünkü bu, düşmanının oyun alanında top koşturmaktır, meşrulaştırmaktır.

Carl Schmitt’in dediği gibi; “Siyaset, dostu ve düşmanı ayırt edebilme kudretidir.”

Bugün bu kudret kaybolmuşsa, devlet aklı bulanmıştır.

Kimin düşman kimin dost olduğu karıştırılmış, terörün söylemi Meclis’in diline sızmıştır.

Bu, “terörsüz Türkiye” değil, zihinsel işgal halidir.

Hannah Arendt’in uyarısı boşuna değildir; “Kötülük, çoğu zaman sessizlikle başlar.”

Bugün Meclis kürsüsünde yaşananlar, tam da bu “sessiz kötülük” halidir.
“Kimin ne dediğinden çok, kimin ne demediği tarih sayfalarına yazılacaktır.”

TBMM, bir terör örgütünün prestij sahasına dönüştürülemez.
Çünkü orası, milletin onuru, bayrağın haysiyeti, devletin namusudur.
Eğer devlet, kendi reflekslerini siyasetin hesaplarına teslim ederse, “terörsüz Türkiye” diye övündüğü gün, aslında “terörün yeni yüzünü” ilan etmiş olacaktır. Terörün bu yeni yüzünü, TBMM’nde DEM Parti grup toplantısında bütün çirkinliği ile görmüş olduk!

Yusuf Akçura, 1904’te yazdığı Üç Tarz-ı Siyaset’te devleti ayakta tutan şeyi şöyle özetlemişti; “Milletin menfaati, bütün fırkaların üstündedir.”

Bugün bu söz, bir uyarı gibidir.
Siyasi partiler, örgütlerin hesaplarını değil, milletin bekasını konuşmalıdır.
Ama görülüyor ki, bir kısmı iktidarın gölgesine, diğer kısmı ise terörün gölgesine sığınmış durumda!

Erol Güngör der ki; “Bir milletin geleceği, devletine değil; devletini ayakta tutacak ahlakına bağlıdır.”

Devlet, bir irade meselesidir; o irade milletin ruhunda yaşar.
Ruhunu kaybeden devlet, silahını elinde tutsa da zaferini yitirir.

Bugün sorulması gereken soru şudur; “Terörle mücadele” adı altında yürüyen bu sessizlik, bir strateji midir, yoksa farkına varılmayan bir teslimiyet mi?

Eğer stratejiyse, milletin bilgilendirilmesi gerekir.

Eğer teslimiyetse, devletin uyanması…