Dindarlar savaşı

Tarih boyunca savaşlar kimi zaman toprak, kimi zaman güç, kimi zamansa ideolojiler uğruna yapıldı. Ancak içlerinde en karmaşığı ve en çok kan döküleni, hiç şüphesiz “din adına” yapılanlarıydı. Haçlı Seferleri'nden Osmanlı-Safevî mezhep savaşlarına, Hindistan'daki Hindu-Müslüman çatışmalarından Ortadoğu’nun kanlı tarihine kadar uzanan zincir, bize şu soruyu yeniden sorduruyor: Gerçekten savaşları din mi çıkarıyor, yoksa din yalnızca bir bahane mi?

Fransız düşünür Voltaire, bu durumu yüzyıllar önce şöyle özetlemişti:
“Eğer Tanrı olmasaydı, onu icat etmek gerekirdi.”

Bu ifade, aslında dinin, insanın aradığı meşruiyetin ve mutlak otoritenin adı haline getirildiğini gösteriyor. Bugün bunu en net biçimde İsrail ile İran arasında yükselen gerilimde görüyoruz.

Bir tarafta Yahudi kimliğiyle kendini tanımlayan İsrail, arkasına Hristiyan inancına sahip Batılı devletleri —başta ABD’yi— almış durumda. Bu destek, dini dayanışmadan değil, stratejik hesaplardan kaynaklanıyor.
Diğer tarafta Şii İslam’ı temel alan İran var. Ancak ironik biçimde İran’a en yüksek sesle destek verenler, ne Suudi Arabistan, ne Pakistan, ne de herhangi bir İslam ülkesi… İran’ın yanında saf tutanlar, Müslüman olmayan Çin ve Rusya gibi devletler.

Burada çarpıcı bir çelişkiyle karşı karşıyayız: Söz konusu olan dinî bir kimlik savaşıysa, neden inanç kardeşliği değil de çıkar kardeşliği belirleyici oluyor?

Asıl cevap, filozof Reza Aslan’ın şu sözünde saklı:
“Din insanları bağnaz yapmaz. İnsanlar bağnazdır ve ideolojilerini haklı çıkarmak için dini kullanırlar.”

İşte tam da bu noktada din, savaşın sebebi değil; savaşı süsleyen ve meşrulaştıran bir perdeye dönüşüyor. Toplumlar ise bu perdeye bakarak birbirine düşüyor, kendi içindeki sorgulamaları erteliyor. Müslüman coğrafyanın sessizliği de bu sorgusuz kabullenişin bir başka tezahürü.

Oysa din, içselleştirildiğinde insanı dönüştürür. Danimarkalı filozof Kierkegaard ne diyordu?
“Dua Tanrıyı değil, dua edeni değiştirir.”

Bu dönüşümde öfke yerine merhameti, ayrıştırma yerine bütünlüğü seçen inanç sahibi, dini bir savaş malzemesi değil, bir barış dili haline getirebilir. Bilim insanı Albert Einstein da buna dikkat çeker:
“Görevimiz, şefkat evrenimizi tüm canlıları kapsayacak şekilde genişletmektir.”

Bugün gelinen noktada, din adına yapılan çatışmaların arka planında çoğunlukla siyasi çıkarlar, tarihsel hesaplar ve kimlik mücadeleleri vardır. İsrail-İran savaşı, bu kirli denklemde dinin nasıl araçsallaştırıldığını bir kez daha gözler önüne seriyor.

Bu tablo, yalnızca iki devletin çatışması değil; aynı zamanda tüm İslam coğrafyasının aynadaki yansımasıdır. Ve ne yazık ki bu yansıma, karanlıktır.

İran’ın maruz kaldığı saldırılar karşısında, İslam ülkelerinden yükselen tek bir ilkeli ve bağımsız ses yok. Kimi İsrail’le ticaretini kaybetmek istemediği için susuyor, kimi Batı’nın hışmına uğramamak için. Kimisi de mezhep ayrımı yaparak "Şii İran’a destek vermek sünnete uygun değildir" diyerek akıl almaz bir bahanenin arkasına saklanıyor.

Ancak bu mezhepsel yaklaşım, Müslümanların ortak vicdanını dinamitleyen en büyük hastalıklardan biridir. Bugün İran susarsa, yarın başka bir ülkenin hedef olacağını bilmek; İslam kardeşliğinin değil, stratejik suskunluğun hüküm sürdüğünü gösteriyor.

Bu sessizlik, Batı’nın ikiyüzlülüğüyle birleşince daha da çarpıcı hâle geliyor. Bir yanda “insan hakları” savunuculuğu yapan, öte yanda kendi çıkarına uymadığında bir halkı toplu cezalandırmaya maruz bırakan devletler... Bir yanda “dini hoşgörü” adına cami açılışlarına katılan liderler, öte yanda işgal ve yıkım için “kutsal metinleri” referans gösteren İsrailli generaller…

Aslında problem, dinin kendisinde değil, dinle kurulan niyet ilişkisindedir. Kimi onu yeryüzünde adaleti tesis etmek için yaşar, kimi onu bir savaş sloganına dönüştürerek kendi iktidarına zırh yapar.

Bu noktada Karen Armstrong’un o derin uyarısını yeniden hatırlamalıyız:
“Merhamet, dans gibi uygulamalı bir bilgidir. Her gün çalışmalısınız.”

Merhamet çalışılmadığında yerini şüpheye, şüphe korkuya, korku ise nefrete bırakır. Bugün Ortadoğu’da olan da budur: İnanç üzerinden değil, korku ve hesap üzerinden yürüyen bir çatışmanın ortasında, insanlık değerleri sessizce can vermektedir.

Eğer din, yalnızca “biz” duygusunu besleyip “öteki”yi dışlamak için kullanılıyorsa, o artık hakikat değil, araçtır.

Oysa inanç, arı duru bir vicdan sesiyle yankı bulmadıkça, ne dua eder insan ne de dua ettiği Tanrı ile buluşabilir. Çünkü Kierkegaard’ın dediği gibi:
“Dua Tanrıyı değil, dua edeni değiştirir.”

Sonuç olarak, İsrail-İran gerilimi bize yalnızca bir bölgesel çatışmayı değil, çağımızın büyük vicdan krizini gösteriyor. Artık ne silahlar sustuğunda barış geliyor, ne de dualar yükseldiğinde merhamet iniyor. Çünkü niyet bozulmuşsa, din de ideoloji de yalnızca birer susturucu hâline gelir.

Ve belki de asıl sorun şu: Savaşlarda taraflar belirlenirken, barışta kimse yer almak istemiyor.

Güçlüler kutsallaştıkça insanlar ve insanlık ölüyor.

Yazarın Diğer Yazıları