Farklı açıdan bakarsan eğer...

Farklı açıdan bakarsan eğer...

Kendinizi turizm alanında yeterli görüyor ve bu işten edebiyle para kazanmak istiyorsunuz diyelim. Ve de yaşınız otuzların ortaları olsun. Tarihi yarımadada bir turizm tesis kurmak istiyorsunuz, orası sizin için ideal bir yer. Tesisinizi inşa ederken bir de bakıyorsunuz ki, çevreniz harap olmuş, yıpranmış eski evlerle dolu. Bu evlerin içinde oturanlar var ve onarma imkanları da yok. Yoksul insanlar bunlar. Yalnız tesisinizin değil, çevresinin de insanları çekmesi gerektiğini biliyorsunuz. Bu bir avantaj çünkü. Bu durumda da diyorsunuz ki, ben yatırımın bir kısmını da çevreye ayırmam gerekiyor. Bu eski yıkık dökük evlerin restorasyonuna katkı vermeliyim.

Çevrenin bir cazibe alanı olabilmesi için sizin tesisinizin dışında da yeme-içme mekanları olması gerekiyor. Ve buraların insanları çekmesi şart. Bu durumda da o çevredeki insanları işin içine sokmak gerekiyor. Aralarından onların dilini çok iyi bilen, onlardan birini ekibe almak lazım. Ortaklaşa çevreyi geliştirmeye, onarmaya, güzelleştirmeye başlıyorsunuz. Tamam, tesisiniz turiste yönelik iş yapıyor, bu insanların ilgisini de çekiyor, ancak, çevrenin de benzer bir hali olması gerek ki, turisti tutabilesiniz. Turist olaya biraz da şöyle bakar. Eğer tesisinizin çevresindeki insanlar da yemeğini gelip sizde yiyorsa, o zaman güvenir ve gelir. İki şey var burada. Birincisi kazıklanma endişesi duymaz. İkincisi ise çevre insanı gelip gittiğine göre, kalite iyi olmalı... Bu durumda işletme sahibi olarak önce yerli turisti çekebilmek lazım dükkana. Tesis de tek başına yetmiyor. Çevresinde turistik ya da medyatik alanları ortaya çıkarmak ya da bunları inşa etmek de geriyor. Mesela çevreden insanların içinde yer alacağı bir Roman orkestrası. Başlarda kendi halinde bir orkestra olan bu ekibi parlatmanız çok önemli. Çevrenin ve sizin tesisin yıldızı olacak bu ekip. Onlar da kazanır siz de... İşte bu durumda da hem kendinizi hem çevrenizi kalkındırırsınız. Para da kazanırsınız, itibar da. Diyeceksiniz ki, ey usta bunları yapanlar var mı? Evet, sayıları az da olsa var. Bizim memlekette birer kelaynak kuşu gibiler, ama varlar. Ve kazandılar...

BEYEFENDİ

En büyük takıntısına takmak!

Vakitlerden bir öğleden sonraydı ve sakalında akların henüz kendine yer bulamadığı yıllardı. Beyefendi, kitaplarını imzalamış, sonra arkasına keyifle yaslanmış, kitapseverlerin profilini evirip çevirmektedir kafasında. Az sonra 15 yaşlarında bir hergele yaklaşıp büyük sorusunu sorar yazar efendiye:

"Affedersiniz, siz büyük yazar mısınız?"

Soruyu beklemiyordu ve bir iki saniye bakışları genç adamın yüz hatlarında gezinirken düşündü de. Ve dedi ki birden:

"Ne büyüğü evlat, ben en büyük yazarım..."

Çocuk biraz da tedirginlikle ayrıldı yazarın yanından. O uzaklaşırken, umarım ukalalık olarak anlamamıştır sözlerimi gibilerinden söylendi Beyefendi.

O sıralarda üstünde durmaya hiç gerek görmese de, yolda zihnini meşgul etmeye başladı bu "en büyük" hadisesi.

Neden en büyük diye söylendi, insanlar neden ille de en büyüğe takar kafayı?

"Bu işte bir rahatsızlık olmalı" diye geçirdi içinden ve mealen şöyle bir analiz yaptı, yolda ağır adımlarla sahile ilerlerken:

"Neden büyük yazarlık yetmez de, en büyüğe takılır? Neyine yetmez bir yazarın büyük olmak. Bırakın gerisini yazar olmak bile niye tatmin etmesin? Rahatsızlığın yanında bir de eksiklik var bu işte. Bir çiğlik, olmamışlık hali var. En büyük gerçekleşirse sanki bütün o sahip olunamayanların boşluğunu dolduracakmış gibi düşünme hali. En güzel kadın, en yakışıklı, karizmatik erkek. En çok para kazanan adam. En büyük şatoya sahip fani. En kral politikacı. En büyük komutan. En, en, en... Sonu yok ki bunun. Galiba kafayı kırmadan bir şey yapmak lazım geliyor bu alanda. Mütevazı ama kaliteli bir hayat hedefleyecek, buna göre gerçek ihtiyaçlarını belirleyecek ve onları elde etmenin yollarına bakacaksın. Hepsi bu. Bırakacaksın, içinde derin boşluklar olanlar, en büyüğün peşinde koşarken madara etsinler hayatlarını... Zira en büyük olan, insanın kendini mutlu hissedebileceği bir hayattır.."

İŞTE O KADAR

Ölüm ve acı çekmek hiçbir şey değildir, ama korkaklık suçtur, utanç ise en büyük cezadır.

Siyu Atasözü

HAYVANCA

İstanbul'da Sirkeci taraflarında bir yer. Sevimli köpek, çevreye aldırmadan hareket çekerken fotoğraf sanatçısından haberi yok. Ya biraz önce kemal-i afiyetle sevdiği bir nevaleyi mideye indirdi diye düşünüyor sanatçı, ya da birilerine sevimli görünebilmek için maskaralık yapıyor. Ancak bir şey daha var diyor fotoğrafçı. Belki de onun dünyasında başka anlamı vardır bu hareketin. Belki de birilerini sevdiğini beyan ediyor ön ayaklarını yere yapıştırmayla. Önemli değil diyor içinden ve birkaç kare fotoğrafını çekiyor hayvan kardeşin...

OKUYUNUZ

İyi bir insan olup olmadığıma karar verecek olanlar kim? Ailem mi? Arkadaşlarım mı? Yoksa ne yaşadığıma dair en ufak bir fikri bile olmayan etrafımdaki insan kalabalığı mı? Tabii ki hiçbiri... İyi ya da kötü biri olduğumu benden başka kimse bilemez. Mary Kubica, sıra dışı bir hikâye anlatıyor İyi Kız romanında. Kusursuz ailelerin bile göründükleri kadar mükemmel olmadıklarını kanıtlar nitelikte çarpıcı bir eser İyi Kız...