Gözlerin gözlerimize değebilsin diye…

Hazine ve Maliye Bakanı istifa etti… Ki, görevini, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'nden kaynaklanan emsalsiz bir güç ve kudretle sürdüren Cumhurbaşkanı'nın damadı da olduğu için, ülkede koltuğu belki de "en garantide" varsayılan kişiydi.

İstifasını duyurma şeklinden, duyulduktan sonraki duymazdan gelme haline kadar yaşananların hiçbiri,  Türkiye Cumhuriyeti'nin "devlet geleneği"nde "görülmüş şey" değildi.

Olağanüstünün de olağanüstüsünde(!) bir durumdu yani.

Buna rağmen…

Bizatihi Bakan Bey'in ailesinin sahibi olduğu medya ve mensubu olduğu iktidarın mensupları dahil, geniş bir kesim "etmemiş gibi çek panpa" pozu verdi; neredeyse bir tam gün…

"Enkazdan mucize kurtuluşlar" için olduğu gibi saatler tutuldu; 17. saatin sonunda, sadece, "açıklama yapılacağı" açıklanabildi.

Bakanın istifa haberine dair bırakın yorum yapmayı, altyazı bile geçemeyen "haberciler", yüzleri zerre kızarmadan "son dakika" diye bunu "haber" verdi!

***

Gazeteci Müyesser Yıldız, hiç açılmamış olması gereken bir davada, hiç tutuklanmaması gerekirken, Sincan Cezaevinde tutulduğu 155 günden sonra nihayet hakim karşısına çıkabildi;  sanki "adaletle" muamele görmüş gibi, sanki  kendisine karşı işleyen bir "hukuk" varmış gibi, sanki üzerine atılanlar sahiden "suç"muş gibi,  "savunma" yaparak, içine atıldığı, kendi ifadesiyle "kirli oyun"u "legalleştirmeyi" onuruna yediremediği için Emile Zola'nın 122 yıl önce yaptığını; "itham etmeyi" tercih etti…

İtham ettikleri, "Düne kadar Fetullah Gülen'in önünde el pençe divan duranlar… İmralı'daki terörist başıyla görüşen ve görüşmek için sıraya girenler… Askere, polise silah bıraktırıp teröristlere resmi geçit yaptıranlar… Bir başka ülkeye hizmet için yemin etmiş olanları büyükelçi atayanlar… Milli Mücadeleden beri düşmanın hedefinde olan Türk ordusunu binbir kumpas, hile ve desise ile tasfiye edenler"di…

Zira "devletin güvenliğini onlardan öğrenecek değildi".

Bu çığlık, Mars adliyesinden yükseliyor gibiydi; medyanın sair ekseriyeti, -ki gözaltına alınışını, tutuklanışını, salyadan hallice mürekkeplerle, dev puntolarla ilan etmişlerdi- böyle bir davanın görüldüğünü haber vermedi;

"Tahliye" kararına kadar!..

***

Bir garabet selinin altında; kahve üzerine kahve devirip, yazılası absürtlüklerden absürtlük beğenmeye çalışırken, buzdolabının en üstünde duran magnete takıldı gözüm… İlkokul sıralarından itibaren içimize işleyen o "Gözü üzerimde" hissi var ya; onunla kaplandı içim birden bire…

***

Tam da bu yüzden değil miydi kurtuluşta da, kuruluşta da verdiği bütün mücadelesi?

***

Türk Milleti'nin "ruhen demokrat" doğduğuna ve bir kere kavuşursa "demokrasi"den zinhar ödün vermeyeceğine güvenmemiş miydi; hakim kılarken "irade-i milliye"yi?

"Hanedan ve saltanatın devam ettirilmesini, Türk Milleti'ne karşı işlenebilecek en büyük kötülük" görmemiş miydi?

Devlet yönetiminin akıbetini, "aile baskısı", "dünür telefonu" gibi iddialar doğrultusunda konuşmak da neyin nesiydi şimdi!

***

Evet, büyük bir fedakarlıkla, süngüyle kazanılmış bir "zafer" vardı ama; "İstiklalin tamamiyeti ancak istiklal-i mali (ekonomik bağımsızlık) ile mümkün"dü.

"Millet yoksul kaldıkça hiçbir şey yapamaz"dı. O yüzden üç beş müteahhit değil; "İlk önce (millet) zengin olmalı"ydı.

Haklarını istedikleri için itip kakmak bir yana, "Refah içinde ve memnun olarak çalışmalıydı."

Ve bunun için "maaşını dolarla alması" gerekmiyor olmalıydı!

En "çokomelli" iktisat hamlesi; "memleketi fakir ve milleti hakir" kılmayacak olandı!

***

"Aciz ve korkak insanlar, herhangi bir felaket karşısında milletin de hareketsizliğe sürüklenmesine ve bir kenara çekilip kalmasına yol açarlar"dı.

Bu yüzden, "Gazeteciler, gördüklerini, düşündüklerini, bildiklerini samimiyetle yazmalı"ydılar.

Bu sadece "korku duvarlarını aşmak"la ilgili değildi; İkinci Cumhuriyetçiler, eyaletçiler, hilafetçiler, manda ve himayeciler, dini kullanan, "ümmeti ayaklandıran(!)" sapkınlar zuhur edebilirdi.  "Türkiye basını, milletin gerçek ses ve iradesinin belirme yeri olan cumhuriyetin etrafında çelikten bir kale meydana getirmeli"ydi.

Bu "darbeciliğin", "muhalifliğin", "teröristliğin" değil "vatanperverliğin" gereğiydi.

"Basınla ilgili kişilerden bunu istemek, cumhuriyetin hakkı"ydı; zira, "Mücadele bitmemişti!"

Bu mücadeleyi cesaretle yürüten gazetecilerle gururlanmak lazım gelirken, onları "intikamname"lerle hapsetmek de neydi; "Cumhuriyet"te nasıl olabilirdi?

***

Sabiha'ların, Ülkü'lerin, Afet'lerin, Nebile'lerin, Rukiye'lerin, Abdürrahim'lerin, Zehra'ların, Mustafa'ların "yuva"sıydı Cumhuriyet; İdil'lerin, Elif'lerin, Ayda'ların da öyle… Neydi bu "kimsesizlik" atfetme yarışı çocuklara?

Ya, bir virüs gibi sarması toplumu sapkınlık ve caniliğin?

"Çocuklar her türlü ihmal ve istismardan korunmalı, onlar her koşulda yetişkinlerden daha özel ele alınmalı"ydı…

***

Velhasıl…

Bir, "Türk kapısının mevcudiyetinin muhafazası"na dair gelen müjdeler Azerbaycan'dan…

Bir, Mehmet Emin Resulzade'ye yolladığı "Enmez demişsen bu bayrag, enmeyecektir" sözüne daha bir sarılmamızı sağlayan "Şuşa'yla vuslat"…

Hanidir, gözlerimizi, üzerimizdeki gözlerinden kaçırmadan verebileceğimiz başkaca bir haberle çıkabilmiş değiliz karşına…

Çıkacağız ama…

Zira…

"İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi" geçerli olmak üzere vazifelendirdin sen bizi.

Demir parmaklıkların ardından, bugün "Sana" koşacağını adım gibi bildiğim Müyesser Abla'dan duyarsan daha anlamlı gelir belki ama, kendi adıma ben de sözümü vermiş olayım buradan sana;

Koruyacağız "Türk İstiklâl ve Cumhuriyetini".

 

 

Yazarın Diğer Yazıları