Bu hafta Ayşe Barım'ın tutukluluğunun kaldırılmasına karar verildikten kısa süre sonra yapılan itiraz üzerine yeniden tutuklanması, sadece hukuki değil, aynı zamanda psikolojik ve toplumsal bir tartışmayı da beraberinde getirdi. Kamuoyunda konuşulan konulardan biri, Barım'ın serbest kaldığı andaki "fazla güçlü" tavırlarıydı. Kimse karşılamaya gelmemişti belki ama o, gazetecilerin sorularını yanıtlamış, dimdik duruşuyla özgüvenli bir profil çizmişti. Bazı yorumlara göre, bu tavır iktidar çevrelerince bir meydan okuma olarak algılanmış, "pişmanlık göstermemek" yeniden tutuklanmasının önünü açmıştı.

Benzer biçimde, Fatih Altaylı'nın tutukluluğunun devamına karar verilmesi de bazı kesimlerce, onun kamuoyundaki etkisini yitirmemiş olmasına ve hâlâ "istenen çizgiye" gelmemesinde bağlandı. Bu yorumlar elbette hukuken ispatlanabilir nitelikte değil. Ancak bir hukukçu olarak beni derinden rahatsız eden, böylesi yorumların toplumda bu kadar karşılık bulabiliyor olması. Çünkü bu, yargıya dair güvenin zedelendiğini, kararların hukuk ilkeleri yerine güç dengeleriyle açıklanabildiği bir algının yerleştiğini gösteriyor.

Yargının bağımsızlığı bir ilke mi temenni mi?

Yargının hiçbir etki altında kalmaması, demokratik hukuk devletinin temel ilkesidir. Yargının bağımsızlığı yalnızca yargıçların vicdanlarına bırakılmış bir etik mesele değil, aynı zamanda toplumsal barışın ve adalet duygusunun teminatıdır. Çünkü vatandaş, hangi görüşte olursa olsun, mahkeme kapısından içeri girdiğinde "eşit muamele" göreceğine inanmak ister.

Ne var ki, son yıllarda kamuoyundan yargı kararları sık sık politik okumalarla değerlendirilir hale geldi. Bu tutuklamada "mesaj mı veriliyor?", bir tahliyede "geri adım mı atıldı?" soruları soruluyor. Böyle bir zeminde hukuk, toplumsal güvenin dayanağı olmaktan çıkıyor; güç mücadelesinin aracına dönüşüyor. Bu yalnızca hukuk düzeni için değil, toplumun ahlaki dokusu için de tehlikelidir. Çünkü Aristoteles'in dediği gibi, "Adalet devletin temelidir." Temel sarsıldığında, üzerine inşa edilen hiçbir yapı sağlam kalmaz.

Hukukun gücü, iktidarın ya da muhalefetin hoşuna gitmeyen kararları da verebilmektir. Eğer bir yargı kararının ardından "fazla güçlü göründü o yüzden cezalandırıldı" ya da "gücü azaldı, o yüzden salıverildi" gibi yorumlar yapılabiliyorsa, bu yalnızca bireysel bir adaletsizliğin değil, sistemsel bir güven krizinin göstergesidir.

Yargının bağımsız görünmesi bile yetmez; bağımsız olduğuna dair inancın toplumda yerleşmesi gerekir. Zira adaletin yalnızca tecelli etmesi değil, "görünür şekilde" tecelli etmesi de bir zorunluluktur. Aksi halde, adaletin değil algının hüküm sürdüğü bir düzende yaşarız.

Terazinin doğru tarafı

Adalet, sadece mahkeme salonlarında değil, toplumun vicdanında da yaşar. Bir insanın güçlü görünmesinden rahatsız olunan, bir gazetecinin sözlerinden ötürü cezalandırıldığı düşünülen bir düzen, adalet duygusunu değil, korkuyu büyütür. Ve korkunun olduğu yerde özgürlük, özgürlüğün olmadığı yerde de hakikat barınamaz.

Yargıya güven sarsılırsa, kimse kendini güvende hissedemez.

Bu yüzden terazinin bir kefesinde güç, diğerinde vicdan varsa; en ağır gelen her zaman vicdan olmalıdır.