Ben, yazı yazmakta zorlanıyorum artık.

Ömrünü yazıya veren biri olarak, kendimin yazı yazamadığımı fark ettim.

*

Konu çokmuş gibi görünse de hep kötülük…

Hep korku…

Hep açlık…

Hep cinayet…

Hep her yerde kavga ve şiddet…

Umutsuzluk…

Hep ceza…

Hep tedirginlik olunca…

Umut olmayınca…

Beklenti kaybolunca…

Anne-babaların evlatları yaban ellerden umut bekleyince…

Memlekette adalet tükenince…

Korku egemen olunca, ben neyi yazayım?

*

Evet, memlekette yazılacak konu çok…

Baksanıza bir fotoğraf üzerine ne kadar çok laf üretiliyor.

O öyle oturmuş, bu böyle yan bakmış denilerek, herkes kendine göre bir çıkarım yapıyor da hangi yaraya parmak basılıyor, anlayamıyorum!

*

Evet bütün bunları yazalım, yazıyoruz da.

Meydan okuyalım iktidara karşı, ‘Beceriksizsiniz!’ diyelim…

Memlekete bu yazmalarımızın -muhataplarımız, önerilerimizi dikkate almayınca- nasıl bir faydası olacak?

*

Bunları sayfalarca yazarak fakirlik mı azalacak?

Açlık ve yoksulluk sınırı altında yaşam mücadelesi veren milyonlar normal bir yaşam mı sürdürebilecekler?

Biliyorum, iktidar bizi dikkate de almayacak kötüler de iyi olmayacak!

Ama yine onlara bir şey olmayacak, olan bize olacak!

*

Ha bir de yargının adalet dağıtmadığını hep yazsam diyorum…

Milli eğitimin; fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller yetiştirmediğini hatırlatsam hani…

Ne olacak ki?

Herkes bildiğini yapmaya devam edecek?

Cumhuriyetin sayın savcıları ile ilgili veya Milli Eğitimin Sayın Bakanı ile ilgili ileri geri yazı yazmak, değil beni, hiçbir meslektaşımı mutlu edeceğini düşünmüyorum.

*

Peki bu insanların verdikleri mahkûmiyet kararları, sahiden de yasaların emrettiği, vicdanları rahatlatan şekilde mi veriliyor?

Milli Eğitim müfredatı yarının aydınlık Türkiye’si için mi çalışıyor?

Öyle olmadığına inananların oranının yüzde 50’nin çok üstünde olması hangi sorunu çözer bilmiyorum.

*

Şunu biliyorum ama:

Bir memlekette Adalet bulunamıyorsa…

Milli Eğitim etkisizse…

O memlekette kendi kurucu liderine hakaretler ediliyorsa…

Sevgi aranıyorsa…

Dostluk aranıyorsa…

Dindarlar yetiştirilemeyip, kindarların yetiştirilmesi başarılmışsa…

Neyle…

Kiminle…

Ve nasıl düzelecek bu ortam?

*

Evet Büyük Ozan Nazım Hikmet:

“Sen yanmasan… ben yanmasam… nasıl çıkar bu karanlıklar aydınlığa” demiş ya, yüz yıl sonra da hâlâ bizlerin yanması mı gerekiyor, Allah aşkına?

Neyin peşindeyiz bilmiyorum ki?

Böylesi ifadeleri insanlar niye kullanmak zorunda bırakılıyor?

*

Olmuyor işte!

İyi şeyler, güzel şeyler yazmak lâzım elbette, ama duygular köreldi sanırım.

Sevgi bize kapısını kapattı da bir türlü içine giremiyoruz.

Nasıl da katılaştık…

Bu kadar nasıl da duygusuzlaştık, bilmiyorum ki!

*

Düşünüyorum da bütün yazdıklarım doğru olsa ne olacak, yanlış olsa ne olacak ki?

Kimin yarasına merhem olacak?

“Helal olsun!” deseler ne olacak?

“Yuh olsun!” deseler ne?

*

Yok, yok!

Nereden tutsak elimizde kalıyor ya, ne yapalım ki bu mesleği seçmişiz…

Yine de umudun zerresini yeşertmeye çalışıyorum.

Evet, zorlanıyorum…

Evet, içim acıyor, ama yazmaktan vazgeçemiyorum.