“Ilımlı Otokrasi”

Türkiye, yeni yönetim sistemiyle birlikte “Ilımlı otokrasiye” dönmüşmüş.  Türk siyasetinin adım adım, sindire sindire ve gittikçe, sürekli daralarak bir yerlere doğru gittiği kesin de o raporu hazırlayanların dediği gibi “ılımlı otokrasi”ye mi, yoksa biraz daha ileri seviyeye mi yükseldiği tartışılır.

            Geldiğimiz noktada, temel özgürlük alanlarının eskisine oranla epey daraltıldığı ortada. Artık çok daha katı bir iktidar uygulamaları görmekteyiz.

            Özellikle basın özgürlüğünün önüne beton bloklar yığıldığını görmek için çok zeki olmaya gerek yok.

            RTÜK,  bağımsız, tarafsız bir değerlendirme kurumu olmaktan gittikçe uzaklaşırken, taraflı, iktidara eklemlenmiş bir ceza ve sansür kurumu olmaya doğru yol alıyor.  Elbette bu durum, siyasal alanı yeniden biçimlendirdiği kadar, iktidarın aleyhinde demeç verecek muhalefetin siyasi iletişim alanını oldukça daraltıyor. Öyle ki demokrasinin en temel göstergelerinden olan ve iktidarın yerine geçmeye alternatif teşkil eden Ana muhalefete bile parmak sallanıyor.

İktidara alternatifi olan Ana muhalefeti, yani devleti yönetecek muhtemel siyasi aktörleri ve kadrolarını “devlet ve millet düşmanı” gibi gösteren söylem, kesinlikle demokratik değildir.

            Demokrasilerin en temel ölçütü olan hukuksal da değildir.

            Çünkü demokrasilerde kimse kalıcı iktidar olamaz. Bu amaç için davranamaz.  Tüm iktidarlar seçmenin (halkın) oyu ile gelir ve yine aynı yöntemle giderler. Aynı şekilde, demokrasinin kalitesini ve niteliğinin en temel göstergesi, hukukun üstünlüğüne inanıp buna göre davranmaktır.

            İktidar güç merkezleri ise, yaptıkları tüm haksızlıkları; “Bizi halk seçti, gücümüzü oradan alıyoruz. Milletin dediği olur” gerekçesine bağlıyor.

Bu cümle yanlış değil, ama bağlamından saptırılmış olarak kullanılıyor. Evet, halk seçti. Başka kim seçecekti?

            Halkın neye göre seçim yapacağı, yine halkın gücüyle (yasama gücü), kanunlara(hukuka) göre olur. Kısacası halk, yasama gücünü orta koyarak seçim yasası çıkarır ve sen, her kim olursan ol, o yasalarda belirtilen kurallara göre seçilirsin. Seçimler de gene halkın meclis iradesiyle ortaya koyduğu yasalara göre yapılır. Sonra, diyelim iktidar oldun. Gene, neyi nasıl yapacağın, halkın yasama iradesiyle ortaya koyduğu anayasa ve yasalara göre olur.

            Görüldüğü gibi yasalara uymak, aynı zamanda halkın yasama iradesine göre davranmaktır. Bizimkiler bunu unutuyor. Onlar halkın  (seçmenin), sadece seçme (oy verme) gücü olduğunu sanıyor.

            Yasama, yürütme ve yargı..

            Her üçü de milli iradeye aittir, milletin egmenlik gücünü temsil eder.

            Millet, bu gücün üçüne de sahip olduğu için egemendir. Sadece seçme gücüne dayandığı için değil.

            Dolayısı ile seçilen herkes, halkın vekâlet gücünü kullanmaktadır. Şahsi gücünü değil.

            Öyle ise, “beni millet seçti, ben istediğimi yaparım” görüşü temelsizdir. Neden temelsizdir, çünkü bu halkın yasama gücünü göz ardı etmek, onu (egemenliğin kaynağının ta kendisini)  yok saymaktır.

            Bir başka açıdan bakıldığındaysa; seçilen, ne iş yapacağını, neye göre nasıl davranacağını seçilmezden önce bilmekte ve kabul ederek seçime girmektedir. Dolayısı ile seçildikten sonra “öyle oldu, böyle oldu” demenin bir anlamı yoktur. Bahanesi de yoktur.

            Açıklananların ışığında şunu söyleyebiliriz: Türk demokrasisinin içinde bulunduğu açmaz, gittikçe daralan siyasal sınırlar,  iyi yolda olmadığımızın göstergesidir. Türkiye’de iktidar gücü açık söylemese de adeta şunu istiyor: “Eğer muhalefet olacaksa, o da benim çizdiğim sınırlar içinde olacak, benim izin verdiğim ve meşru saydığım alan içinde kalacak. Gerisini ihanet ve düşmanlık sayıyorum.”  

            Bu anlayışın Türkçesi şudur: “Ben aslında muhalefet istemiyorum ama olacaksa da benim iktidarıma dokunmadan, beni iktidardan düşürecek kadar seçmen gözüne girmeden olsun.”

            Hâlbuki esas olan, iktidara gelmek kadar gitmeyi de kabullenerek yönetmektir. Bu sebepledir ki, demokrasilerde iktidarın şeffaf, hesap verebilir olması ön koşullardan biridir. Denetimden kaçan, hesap vermek istemeyen iktidarlar, ister istemez gittikçe otoriterleşirler.

Türkiye’de iktidar eylemlerinin yasalara uygun yapılıp yapılmadığının bilinmesini istemeyenler ne yapıyor? Bunları açığa çıkarmakla görevli, bu amaçlar için varlık gösteren kamu denetçisi kurumlardan biri olan basına sert davranıyor. Basının görevi, halka (seçmene/ milli iradeye), vekâlet verdiği kimseler hakkında neyin ne olduğunun haberini verip, gerektiğinde yorumunu yapmaktır.

            Halkın (seçmenin/ milli iradenin) hiçbir şey duymamasını isteyenler varsa ne olur?

Mesela Sarmal, Metastaz gibi kitaplar yazıp, araştırmacı gazetecilik yapanlar hemen dikkat çeker hale gelir. Araştırmacı gazeteciliğin kaderidir bu.

Bu gazetecilik,  diğerlerinden biraz farklıdır. İlk başladığı ABD’de Watergate skandalı sonrası Nixson hükümetini istifa etmek zorunda bırakmıştı. Bizde kimse istifa etmez ama seçmenin ne yapacağı, nasıl hesap soracağı belli olmaz.  Öyle ise, “yan baktın” demenin kavga çıkartmak için bir gerekçe olduğunu hatırlamak lazımdır.

Şimdilik “ılımlı otokrasiye” doğru evrilen ve gittikçe küçülen demokrasimiz, millet iradesinin tecellisiyle, eski günlerine kavuşmayı beklemek zorundadır.

dfs-004-001-011-001-001-004.jpg

Yazarın Diğer Yazıları