Kabaklı Hoca'dan devletlülere...

Kıymetli okuyucularım, bugün 8 Şubat 2008... Kabaklı hocamızın Hakk’a yürüyüşünün üzerinden tam 7 yıl geçti... Ben onun evlatlarından biri olarak  “yetimlik sızısını”  hâlâ ruhumun derinliklerinde taşıyor ve yaşıyorum. Tıpkı feyz aldığımız ve ebedî âleme uğurladığımız diğer dâvâ adamlarının, devlet, fikir, gönül ve millet adamlarının yetimliğini yaşadığımız gibi... Tesellimiz, bu  “güzel adamlar” ın rahle-i tedrîsinde, yakınlarında bulunmak,  “özü - sözü bir olan”  bu âbide şahsiyetlerin yaşayışlarından kendi hayatımıza, Hakk’a ve milletimize hizmet yolunda misaller çıkarmaktır.
Şeyhülmuharrîrin Ahmet Kabaklı, elbette bütün ömrünü bu büyük milletin kültürüne, edebiyatına, sanatına, ışıklı geleceğine vakfetmiş bir büyük dâvâ adamıdır...  “Müslüman Türk Milleti’nin kültürünün iman ve irfanının, fikir hayatının yerli sesi”  olma bahtiyarlığna; çocukluk yıllarından itibaren yoklukla, yoksullukla, çaresizlikle savaşarak erişmiş bir  “güzel adam” dır. Milletimizin bağrından çıkan ancak asla milletine yabancılaşmayan gerçek bir aydındır Ahmet Kabaklı... Yıllar yılı yakınında, hizmetinde bulunmuş, müsamaha âbidesi olan bu  “alperen” in yaşayışından, hayat tarzından kendisine haysiyet dersleri çıkarmış bir kardeşiniz olarak sizlere arz etmeliyim ki; cennetmekân amcam Ahmet Kabaklı’ya en çok yakışan ve kendisine milletimizin evlatları tarafından verilen bütün güzel unvanları da sinesinde barındıran sıfat, “hoca”  sıfatıdır. O ilk görev yeri olan Diyarbekir Lisesi’nden  “edebiyat muallimi”  sıfatıyla başlayarak fiilen binlerce talebe yetiştirmiştir. Bu talebeleri devletin en üst kademelerine kadar yükselmiş, özellikle Çapa Yüksek Öğretmen’den mezun ettikleri, ondan aldıkları ışıkları bütün vatan sathına hizmet meşaleleri olarak taşımışlardır. Ama Kabaklı hoca, sadece fiilen yetiştirip eğitim ordusuna hediye ettiği talebelerin hocası olmakla kalmamış,  “Günışığı” nda yazdığı binlerce yazıyla, her biri kendisi için ömür törpüsü olan muhteşem eserleriyle, milyonlarca Müslüman Türk evlâdının da hocası, gönüllerimizin tercümanı, dertlerimizin, millî ve mânevî yaralarımızın da dermanı olmuştur.
Ne mutlu bizlere ki millî kültürümüze hizmet gayesiyle kurduğu Türk Edebiyatı Vakfı 30 yaşında... 36 yıl önce yayınlamaya başladığı  “Millî Sanatımızın Sesi” Türk Edebiyatı Dergimiz 412’nci sayısına ulaştı... Onun evlatları sıfatıyla hamallığını üstlendiğimiz bu hizmet müesseselerini yaşatmak için elbette himmetinize muhtacız...

Kabaklı hocaya   Fatiha...
Dostlarım, her 8 Şubat’ta olduğu gibi, bugün de  “Günışığı” na asıl sahibini, Kabaklı hocamızı  “baş ve gönül tâcı” edeceğim. Haftalık Devlet Gazetesi’ni bilenler bilir. Bu gazete 1969 - 1979 yılları arasında binbir çileyle yayınlanan ve Türk Milliyetçiliği fikir hayatının çerağlarının başında gelir. Birçok büyük dâvâ adamımızın yazı ve şiirlerini heyecanla okuduğumuz Devlet Gazetesi’ni yıllar boyunca omuzlayan İbrahim Metin ağabeyimize minnetlerimi arz ediyorum. İşte bugün, Hakk’a yürüyüşünün 7’nci yıldönümünde, hepinizden Kabaklı hocamız için birer fatiha bekliyor ve Devlet Gazetesi’nin 7 Nisan 1969 tarihli ilk sayısında yayınlanan yazısını sizlere sunuyorum. Maalesef o günden bugüne bir arpa boyu yol gitmediğimizi de tespit eden bu yazıyı, sadece bizlerin değil piyasada mebzûl miktarda dolaşan cümle  “devletlûler(!)” in de okuması dileğiyle...
                                             
  
        

GÜN IŞIĞINDA
Ahmet Kabaklı

DEVLET

Türkçe’de  “Devlet” in kuru bir hukuk terimi olmayıp, çok daha fazlasiyle  “Tâlih, baht, saadet”  mânâları taşıması üzerinde durmak gerekir. İşi yolunda, bahtı yâver olanın  “Başına devlet kuşu”  konmuştur. Bir ana-babanın, çocuklarının refah ve rahatını görmeleri,  “Ne devlet” tir. Sevilen, ağırlanan bir dost veya büyük,  “devletle!”  uğurlanır... Gördüğünden edilmiş veya yüksek mevkiini kaybetmiş olan  “Devlet Düşkünü”  olur. Bizim ev  “fakirhâne”  ise sevdiğimiz, saydığımız adamınki   “Devlethâne” dir.
Her iki mânâda  “devletsizlik”  öyle korkunç bir felâket ki, ölümlerden ölüm beğenmek gibidir. Onun için iki rahmetten biri anlamına:  “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe...”  demişlerdir. Velhâsıl, (-Allah Dil Kurumu’nun öfkesinden, tepkisinden yargılasın!-) Devlet, bol mânâlı, bol deyimli, bol âhenkli kelimedir.
Hukukî anlamiyle devlet, bir milletin tanınması, var olması, öbürleri arasında şahsiyet sağlaması demektir. Millet, onsuz birşey değildir. Hukuksuz, adaletsiz insan yığınıdır. Demek caizse, bir milletin  “kimlik belgesi” dir devlet, bahtı ve gururudur. Bayrak onun alâmetidir. Meclis onun; istiklâl, hürriyet, hâkimiyet, adâlet; hep onun sayesinde vardır.
Bir milletin esir olması, işte devletini kaybetmesi demektir. Devlet başta olmadı mı, leşe de kuzgunlar üşüşür. Millet zaman içinde erir, kaybolur. Balkanlardan ve Orta Doğu’dan Türk Devleti kalktıktan sonra nitekim, Türk Milleti de kalmamıştır. Kıbrıs’ta devletimizi sürdüremediğimiz için pire gibi Yunanlının arslan gibi Türk’ü oradan kaçırdığı görülmüştür.
Tarih içinde şöyle böyle değil, onaltı büyük devlet (imparatorluk) kurmuş; (yeryüzünde üçten fazla devlet kurmuş olan başka bir millet gösteremezsiniz.) ve Söğüt’te bir Uç Beyliği’nden  “Cihangirâne bir devlet çıkarmış”  olan Türklüğün, yeryüzünde bugün yalnız bir tek devleti vardır ki, o da bizim devletimizdir. İşte şimdi bütün kem gözler yeniden büyümesi, cihana hükmetmesi mümkün ve muhakkak olan bu bizim devletimize dikilmiştir.
Rusya, Kızıl Çin, Orta Doğu ve Balkanlarda bugün 120 milyon Türk yaşıyor. Onlar, devletsiz oldukları için bugün esirdirler. Devletsiz, bayraksız, bahtsız, talihsizdirler. Yarın biz güçleneceğiz: Onları da devletler yapacağız. Başlarına devlet kuşu konduracağız. 15 yıla kalmadan yalnız bir tek Türkiye Cumhuriyeti değil, kardeş Türk Devletleri de olacak. Kıbrıs’ta bir devletin çekirdeği kuruluyor. Yakında başkaları da hazırlanacak. Türk genci buna inanmalıdır. Büyüme, çoğalma ülküsüne inanmalıdır. Bu dünyada hayat hakkı “iddia sahipleri” nindir. Ya büyüklük peşinde koşarsın, ya batarsın...
Onun için devletini ululaman, böyle bir nimete sahip olduğunun şükrü ile başlaman lâzım. Osmanlı’nın kanunlar üstü töresi  “Devlet-i ebed müddet”  ülküsü idi. Bunun için milleti, devletinin adı ile  “Osmanlı”  diye çağırması bile mânâlıdır. İnsanlar, hükûmetler evet fânidir; fakat devlet, ebedî ve kalıcıdır. Sen öleceksin, devlet yaşayacak. Şehit olacaksın, çalışacaksın, canlar bağışlayacaksın. Çünkü devletsiz şeref, devletsiz mülk, devletsiz istiklâl mümkün değildir.
Devlet... Devlet... Osmanlı, devleti o kadar ululamış...  “Beytülmal” e el sürmeyi en büyük günah saymış. Eşkıyası bile devletin karşısında  “bir kuşça canım, bir kılca boynum var”  deyip durmuş. Onun uğrunda şehit olmak, hem dini, hem namusu, hem aileyi kurtarmak şevkiyle nurlanmış.
Ya sen şimdi ne yapıyorsun! Dışarıda, içeride ona hakaret!.. Alman’a, Freng’e kötülemek istiyorsun! Sevgili bayrağının yerine paçavralar bulup kulelerine çekiyorsun. Kanuna, polise karşı çıkıyorsun! Çok acı ama bilerek, bilmeyerek Türk Dili’ni yıkmak, bizi dünyadan silmek isteyenlere âlet oluyorsun. Çocukluk desem, değil bu; cinnet!..
Dahası, devleti soyan soyana... Vergi kaçırırken unutma; devletine kötülüktür; rüşvet alırken devletin şerefine tecavüz... Sana verilmiş vazifeyi boşa geçiriyor; sınıflara, dairelere, kışlalara politika sokuyor; içki, kumar dolduruyorsun... Kanunun püf noktasını bulup, cebe bir şeyler indiriyorsan... Yevmiyeler, fazla mesailer, dış ve iç seyahatler ayarlıyorsan... Unutma devleti yıkıyorsun.  “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe!”  denilmiştir. Bu atasözünü düşünmelisin
.

Yazarın Diğer Yazıları