Karadziç ya da Balkan faşizminin kökleri

Psikiyatr; şair; ırkçı; Müslüman-Türk düşmanı ve kan içici Sırp milislerinin komutanı... Geçen hafta yakalanan Bosnalı Sırpların lideri Radovan Karadziç’in portresi bütün bu sıfat bozukluğuna karşın yine de eksik kalmak zorunda. İnsan ruhunun sağaltılması için çalışan, aynı zamanda da başarılı bir şair olan bu adamı fiziken yargılamak kolay. Ancak sürekli Karadziçler üretmeye aday olan o korkunç Balkan faşizminin Osmanlı egemenliğinin sona ermesiyle dallanıp budaklanan tarihi-jeopolitik ve psikolojik dünyasını ortadan kaldırmaya gelince o iş pek öyle kolay görünmüyor...
Balkan faşizmi, köylü kökenli bu faşizmin beslediği iki kaynaktan biri Romanya, diğeriyse Sırbistan’dadır. Her iki ulusun küçük kabilevi milliyetçilikleri Osmanlı’nın 400 yıllık egemenliğine tepki içinde gelişti ve ertesinde kendi içine dönük etnik yıkım makinesine dönüştü. Bulgaristan da aynı süreçten geçmesine rağmen teorik ve etkileyici faşizmlere sahip olamadı. Ancak pratikte, Bosna’daki ırkçı vahşetin, toplama kamplarının provası 1980’li yılların başında Jivkov’un komünist Bulgaristan’ında gerçekleşti.
Romanya ise Nazizm’den daha önce Diktatör Antonescu’nun Demir Muhafızlı rejimiyle Balkan faşizminin İkinci Dünya Savaşı’ndaki en tehlikeli sürecini yaşamıştı.
Mistik ve faşizan Romen filozoflar, şair ve yazarlar hep o dönemde yetiştiler. Karpatlar’da Prens Drakula’nın Hollywood filmleri ve romanlarla seyirci ve izleyicilere heyecanlı saatler geçirten hayaleti, Romen coğrafyasının estetiğine, kültürüne, kısaca ruhuna sinmişti. Antonescu rejiminin faşizmi, Nazi ordularıyla birlikte Romen ordusuyla Sovyetler Birliği’nin işgalinde önemli rol oynarken, Romanya’da 200 bine yakın Yahudi ya Karpatlar’daki kamplara atıldı ya da geleneksel cellatları SS birliklerine teslim edildiler. Bu arada Hırvat faşizmi de eli kanlı terör örgütü Ustaşi’nin cinayetlerini sergilemekle meşguldü; Sırp Çetnikler örgütü, (Çetnik Sırpça çete demek) Alman işgaline direnen Tito gerillalarıyla Müslümanları ve Türkleri, Boşnakları, hatta Bosna Hırvatlarını bile acımasızca öldürmeye başladılar.
Tito, Yugoslavya Federasyonu’nu kurmayı başardığında başını Sırp ve Hırvat faşizminin çektiği etnik saldırganlığa da son vermiş oldu. Ancak Balkan faşizminin kan damarlarından alttan alta bezlenen Sırp vahşi faşizmi ve Hırvat ikizi donmuş tarihin buzlarının çözülmesini bekliyorlardı. Komünizm çatırdarken Tito’nun ölümü etnik fay hatlarını yeniden harekete geçirdi ve Bosna’da Karadziç’in sert sakallı yüzü ve dikensi saçlarıyla simgelenen kanlı Müslüman soykırımı 300 bine yakın can aldı.
Yugoslavyacılık ile Pansırbizm gerçekte bir idealin iki değişik yüzü gibi görünse de gerçek durum daha değişik ve karmaşık. Fransız toplumbilimci Jacques Julliard, “Ce Fascisme qui vient” adlı o nefis araştırmasında şunları yazar:
“Tersine, Yugoslavyacılıkla Sırpçılık iki karşıt ideolojilerdir; birincisi, milliyet, alfabe, dil, din, gelenek konusunda çoğulculuğu içerir; ikincisiyse tek uluslu, tek dilli, tek kültürlü ve tek dinli bir idealdir. Bu yüzden büyük Sırp doktrinin kurucularından İlija Garasani’nin daha 1900’lu yılların başında, tek bir Sırbistan için Müslüman Boşnaklarla Hırvatların etnik temizlik projesini ortaya atmıştır.”
Slobodan Miloşeviç ve onun komutanı şair ve ruhbilimci (Stalin de gençliğinde şairdi) Karadziç’i ortaya çıkaran koşullar, bugün belki dünden daha etkili biçimde varlıklarını koruyorlar.
Karadziç’i yargılamak, bir insanın suçlarını yargılamaktan çok, Balkan köylü faşizminin etnik suçlarını yargılamaya dönüşmeli diye düşünüyorum. Yoksa bu kanlı tarih kendini tekrarlamak için Belgrad’ın, Bükreş’in, Atina ve Sofya’nın loş mahallerinde sinmiş bekliyor.

Yazarın Diğer Yazıları