Bahçeli’nin son grup konuşması, siyasette yeniden “barış” ve “kardeşlik” söylemlerinin tartışıldığı bir döneme denk geldi. Ancak bu kavramların kime karşı, hangi sınırlar içinde kullanıldığı sorusu hâlâ net değil.
Devlet Bahçeli’nin son grup toplantısı, siyasetin yeniden “barış” ve “kardeşlik” kavramları etrafında şekillendiği bir döneme denk geldi. Bahçeli konuşmasında “İmralı ile Edirne arasına nifak sokanlar” ifadesini kullandı; aynı konuşmada “Selahattin Demirtaş’ın serbest bırakılmasına” da kapı aralayan bir vurgu yaptı. Bu, siyasetin son yıllarda pek alışık olmadığı bir tonda, sürecin yeniden tarifine işaret ediyor. Ancak bu tarifin nerede başlayıp nerede biteceği hâlâ belirsiz.
Bahçeli’nin “barış ve kardeşlik” kavramlarını kullanması dikkat çekiciydi. Fakat bu kavramlar bir yandan İmralı ve Edirne’ye yönelik yumuşak bir dili çağrıştırırken, diğer yandan 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı resepsiyonuna katılmaması, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın davet ettiği Deva, Gelecek ve Saadet Partisi liderlerine dair mesafeli tutumu yeni sorular doğurdu.
Acaba aynı “kardeşlik” dili, Millet İttifakı bileşenleri söz konusu olduğunda neden aynı esneklikle karşılık bulmuyor? Eğer mesele gerçekten bir ulusal uzlaşı arayışıysa, bu uzlaşı yalnızca belli adreslerle mi sınırlı?
Kimin Söylediği, Ne Söylendiğinden Önemli mi?
Bahçeli, grup konuşmasında bir yandan Cumhur İttifakı’nda hiçbir sorun olmadığını vurgularken, diğer yandan ittifaka yeni bileşenlerin dahil edilmesine karşı olduğunu açıkça belirtti. “İttifakın iki ayağı vardır ve bu sağlam zemindir” mesajı, görünürde bir kararlılığın ifadesi. Ancak arka planda bu söylem, siyasetteki olası genişleme tartışmalarına bir cevap gibi duruyor.
Burada bir çelişki doğuyor: Bahçeli barış sürecini yeniden sahipleniyor, diyalogdan söz ediyor, ancak diyalog ihtimalinin başka adreslere yönelmesini de istemiyor. Peki o zaman hangi barıştan bahsediyoruz?
İmralı’ya dair yumuşak bir ton kullanılırken, aynı hoşgörünün Cumhuriyet resepsiyonuna katılan muhalefet temsilcilerine gösterilmemesi nasıl açıklanabilir? Eğer mesele gerçekten “birlikte yaşama iradesi” ise, bu iradenin sınırlarını kim çiziyor?
Siyasetin bu çelişkili dili yeni değil. Türkiye’de barış ve çözüm arayışları her zaman “kimin söylediği” üzerinden değerlendirildi. Aynı cümle bir siyasetçi tarafından kurulduğunda “ihanet”, bir diğeri tarafından kurulduğunda “devlet aklı” sayıldı. Bahçeli’nin bugünkü konuşması da tam bu sorunu yeniden gündeme getiriyor:
Artık ne söylendiği değil, kimin söylediği mi daha belirleyici hale geldi?
Bu sorunun yanıtı, siyasetin geleceği açısından kritik. Çünkü Türkiye’de her barış tartışması, bir süre sonra tarafların değişmesiyle yeniden sıfırlanıyor. Oysa mesele barışın kimin eliyle geldiği değil, gerçekten gelip gelmediği olmalı.
Barışın Sahibi Kim Olacak?
Bahçeli, bugünkü konuşmasında “terörsüz bir Türkiye” idealinden söz etti. Bu elbette herkesin üzerinde uzlaşabileceği bir hedef. Fakat terörsüz bir Türkiye’ye nasıl ulaşılacağı sorusu, hâlâ en tartışmalı başlık. Diyalog ve temasla mı, yoksa dışlayıcı bir güvenlik siyasetiyle mi?
Bir başka dikkat çekici nokta da Bahçeli’nin 29 Ekim’de Köşk’e gitmemesi. Bu durum, sembolik bir tavır olmanın ötesinde, siyaset sahnesinde yeniden şekillenen ilişkiler ağını gösteriyor. Cumhurbaşkanlığı resepsiyonuna ilk kez davet edilen Deva, Gelecek ve Saadet Partileri, iktidarın “genişleme” mesajı olarak yorumlanmıştı. Bahçeli’nin bu tabloya mesafesi, yalnızca protokol tercihi değil, aynı zamanda bir siyasal mesafe beyanı gibi duruyor.
Peki bu mesafe, Cumhur İttifakı’nın geleceğini nasıl etkiler? Bahçeli’nin “ittifakın iki ayağı vardır” vurgusu, genişleme ihtimallerine kapalı bir çizgi anlamına geliyor mu? Eğer öyleyse, “barış” ve “kardeşlik” söyleminin muhatapları kimler olacak?
Bu noktada siyasetin temel sorunu yeniden ortaya çıkıyor: Türkiye’de barış arayışları genellikle bir kapsama değil, bir dışlama pratiğine dönüşüyor. Kimlerin dâhil olduğu kadar kimlerin dışarıda bırakıldığı da sürecin yönünü belirliyor.
Bahçeli’nin konuşması, her ne kadar bir birlik mesajı gibi görünse de aslında “sınırlı bir birlik” tanımı yapıyor. “Biz” derken kimlerin kastedildiği, “birlik” derken hangi kesimlerin dışarıda kaldığı belirsiz. Eğer barış gerçekten hedefleniyorsa, bunun sadece belli çevrelerle sınırlı bir kardeşlik tanımı üzerinden kurulması mümkün mü?
Aynı “barış dili” geçmişte çözüm sürecine destek veren ama bugün muhalefet saflarında yer alan aktörler için neden geçerli değil? Deva ve Gelecek Partisi’nin geçmişteki “süreç” tecrübeleri bugün neden bir avantaj değil, bir gerekçe olarak görülüyor?
Belki de sorun, barışın kendisinde değil, barışın kimin eliyle gerçekleşeceği fikrinde yatıyor. Türkiye siyasetinde barış hâlâ bir sahiplenme alanı. Oysa gerçek barış, kimsenin tekeline alınamayacak kadar ortak bir ihtiyaç.
Bahçeli’nin konuşması, bu açıdan bir dönüm noktasına işaret ediyor olabilir. “İmralı-Edirne hattı” ifadesiyle başlayan o cümle, aslında siyasetin tüm hatlarını yeniden çiziyor. Ama belki de artık şu soruyu sormanın zamanı geldi:
Gerçek kardeşlik, sadece aynı fikirde olanlar arasında mı mümkündür?