Ekrem İmamoğlu’nun yolsuzluk iddialarının ardından şimdi de “casusluk suçlamasıyla tutuklanması, yeniden aynı tartışmayı gündemin başına taşıdı: Kayyum.

Artık her siyasi krizin ardından aynı soru soruluyor: “Kayyum atanır mı?

Ne yazık ki bu soru bile, demokrasimizin geldiği noktayı anlatmaya yetiyor.

Kayyum devleti

CHP Genel Başkanı Özgür Özel, “Buna cesaret edemezler” dedi. Bu söz, bir bakıma toplumdaki gerginliği yansıtıyor. Ama ben bir hukukçu olarak meseleyi “cesaret kavramı üzerinden değerlendirmenin doğru olmadığını düşünüyorum. Çünkü hukuk, duygularla değil, kurallarla işler. Kayyum atanıp atanamayacağı, birilerinin cesaretine değil, yasaların izin verdiği sınırlara bağlıdır.

Yine de hepimiz biliyoruz ki, Türkiye’de son yıllarda hukukla siyaset arasındaki çizgi giderek inceldi. Yasal sınırlar hukuki gerekçelerle değil, siyasi dengelerle belirleniyor.

Son örnek yalnızca belediyelerle sınırlı değil.

Tele1 televizyonuna da kayyum atandı. Kanalın yönetimi, mahkeme kararıyla Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na devredildi. Resmî gerekçe ekonomik denetim olsa da, basın özgürlüğü açısından bu tür kararlar her zaman tartışma yaratıyor.

Kısacası, artık kayyum yalnızca belediyelere değil, medya kuruluşlarına da uzanıyor. Bu da “Türkiye kayyum devleti mi oluyor?” sorusunu ister istemez akla getiriyor.

Peki, nedir bu kayyum meselesi?

Hukuken kayyum, bir kurumun veya şirketin faaliyetlerini korumak, yönetimini geçici olarak devralmak için atanan kişidir.

Amaç, işler aksamasın, kamu zararı oluşmasın, düzen sağlansın. Yani teoride kayyum, bir önlemdir. Ancak uygulamada bu mekanizma zaman zaman farklı anlamlar kazanıyor.

Belediyelerde, medya kuruluşlarında veya derneklerde, kayyum ataması çoğu zaman sadece idari bir tedbir değil, aynı zamanda siyasi bir mesaj olarak da algılanıyor.

Kayyumlar belki geçici, ama yarattıkları güvensizlik kalıcı. Bugün Türkiye’nin ihtiyacı kayyumlar değil, kural temelli güven. Çünkü hukuk güçlüyse, hiç kimse “cesaret edebilirler mi?” diye sormaz. Hukuk varsa, korkuya gerek kalmaz.

Muhalefetin susturulması

Demokrasilerde muhalefet, yalnızca iktidara karşı durmak değil; topluma başka bir yönetim anlayışı önermek demektir.

Bugün ise ana muhalefet partisi, sürekli yargı tartışmaları, fezlekeler ve medya gündemleri arasında savunma pozisyonuna sıkışmış durumda. Neredeyse tamamen kendini savunmakla meşgul ediliyor.

Gündemi belirleyen değil, açıklama yapan bir muhalefetle karşı karşıyayız. Ve bu, demokrasinin en sessiz çürüme biçimidir: Muhalefet açıktan susturulmaz, ama meşgul edilerek işlevsizleştirilir.

Oysa muhalefet, demokrasinin laboratuvarıdır.

Toplum, farklı görüşlerin tartışılmasıyla deneyim kazanır, siyaset olgunlaşır.

Bu süreç tıkanınca, iktidar da yozlaşır, sistem de daralır. Çünkü güçlü muhalefet olmadan, güçlü demokrasi olmaz. Bugün demokrasideki çürümenin arka planı işte bu.

***

Değerli okuyucularım, iki haftalık bir izne çıkıyorum; bu süre zarfında yazılarıma da ara vereceğim. İki haftanın sonunda yeniden buluşmak dileğiyle…