Türkiye’de siyasal süreklilik, çoğu zaman toplumsal istikrarın değil, siyasal katılığın bir göstergesidir. 2010’ların başında yürütülen “Barış ve Kardeşlik Süreci”, bu katılığı görünür kılan en sembolik dönemlerden biridir. Milliyetçi seçmen kitlesi, tarihsel olarak “devletin bekası” kavramı etrafında en sert refleksleri göstermesi beklenen kesimdir; ancak süreç boyunca bu reflekslerin yerini dikkat çekici bir sessizlik aldı.

Bu sessizlik, bir kayıtsızlık değil, bir sadakat biçimidir. Parti kimliğine, lidere ya da daha derininde “biz” duygusuna duyulan bağlılık, siyasal tepkileri belirleyen temel referans noktası haline gelmiştir. Bu makale, bu sessizliği bir toplumsal refleks olarak değil, kimlik temelli siyasetin içsel mantığı olarak ele alır. Çünkü Türkiye’de siyaset, çoğu zaman “ne söylendiği” üzerinden değil, “kimin söylediği” üzerinden algılanır.

KONDA’nın 2023 Seçmen Profili araştırmasına göre, seçmenlerin %78’i son üç seçimde aynı partiye oy vermiştir. Yöneylem’in 2024 verileri, parti değiştirenlerin yalnızca %11’inin ideolojik gerekçelerle karar verdiğini göstermektedir.

Bu tablo, Batı demokrasilerinde rastlanan “partizan bağlılık” olgusundan öte, kimliksel sürekliliğe işaret eder. Seçmenler bir partiye değil, o partinin temsil ettiği kültürel kimliğe, hafızaya ve hatta duygusal atmosfere bağlıdır. Bu noktada Pierre Bourdieu’nün “habitus” kavramı açıklayıcıdır: Habitus, bireyin toplumsal dünyayı algılayış biçimini, tepki repertuarını ve eylem sınırlarını belirleyen içselleştirilmiş kalıplardır.

Türkiye’de siyasal tercih, rasyonel bir karar değil, habitus’un sürekliliği olarak işler. Milliyetçi seçmen, barış sürecine dair düşüncesini bile parti disiplini ve tarihsel aidiyetin filtresinden geçirir. Bu nedenle süreçte tepki göstermek, yalnızca politik bir eylem değil, kimliksel bir kopuş riski taşır.

******

Sessizlik: Sadakatin Retoriği

******

Barış sürecinde Meclis’teki milliyetçi sessizlik, pasif bir kabullenmeden çok, “parti sadakatinin siyasal dili”dir. Sessizlik, bir yandan “liderlik otoritesine saygı” anlamı taşırken, diğer yandan dışa kapalı bir toplumsal sınırın da işaretidir.

Bu olgu, Robert Michels’in “oligarşinin tunç kanunu” teziyle örtüşür: her kitle hareketi, zamanla kendi liderliğini korumaya yönelir ve iç eleştiriyi bastırır. Türkiye’de milliyetçilik de bu kanunun istisnası değildir. Parti içi disiplin, ideolojik dinamizmi zamanla dondurur. Bu nedenle barış süreci boyunca sessiz kalan milliyetçi çevreler, aslında “kurumsal kimliklerini koruma refleksiyle” hareket etmişlerdir.

Ancak bu sessizlik yalnızca partisel değil, toplumsal bir sessizliktir. Çünkü kimliksel aidiyetin içselleştirilmesi, eleştiriyi “ihanet” olarak kodlayan bir anlam evreni üretir. Bu, Gramsci’nin “hegemonya” kavramıyla açıklanabilir: Toplum, egemen söylemi zorla değil, rıza yoluyla içselleştirir. Milliyetçi sessizlik, bu hegemonik rızanın siyasal dildeki karşılığıdır.

Türkiye’de siyasal kimlikler, ideolojik değil duygusal topluluklar olarak işler. Laclau ve Mouffe’un geliştirdiği “popülist akıl” kavramı bu durumu çözümlemeye yardımcı olur. Onlara göre siyaset, rasyonel çıkar hesaplarından ziyade, “biz” ve “onlar” arasındaki sınırları duygusal olarak yeniden kurma sürecidir.

Türkiye’de milliyetçi kimliğin bu süreçteki rolü tam da budur: “Biz” sınırını genişletmektense, onu korumak. Bu nedenle barış sürecine verilen tepki, içeriğe değil, özneye yönelmiştir. Aynı teklif, başka bir siyasal aktör tarafından dillendirilseydi, muhtemelen “ihanet” değil, “vizyon” olarak görülecekti.

Bu durum, Laclau’nun “boş gösteren (empty signifier)” kavramıyla da ilişkilendirilebilir. Türkiye’de “barış”, içeriği farklı gruplarca tamamen zıt biçimlerde doldurulan bir boş gösterene dönüşmüştür. Kim için barış, kimliklerin eşitlenmesi anlamına gelirken; kimisi için “devletin geri çekilmesi” anlamına gelir. Dolayısıyla “barış” kelimesi etrafında bile bir duygusal kutuplaşma oluşur.

Barış sürecinin başarısızlığı, çoğu kez diplomatik taktikler veya güvenlik hesapları üzerinden açıklanır. Oysa daha derin bir düzeyde, süreç “kimlik siyasetinin kendi sınırına” çarpmıştır. Mouffe’un ifadesiyle, “demokrasi, düşmanların değil, rakiplerin varlığına dayanır.” Türkiye’de ise siyaset hâlâ düşmanların diliyle konuşulmaktadır.

Milliyetçiliğin sessizliği bu yüzden yalnızca bir dönemsel tutum değil, siyasal kültürün yapısal bir semptomudur. Sessizlik, Türkiye’de siyasal alanın “agonistik” (meşru çatışmacı) olamamasının sonucudur. Tartışmanın olmadığı yerde uzlaşma da üretilemez; çünkü herkes kendi kimliğini korumakla meşguldür.

*****

“Kim”den “Ne”ye Doğru

*******

Türkiye’de siyaset, hâlâ “kim söylüyor?” sorusuna kilitlenmiş durumdadır. Bu durum, yalnızca barış sürecinde değil, laiklik, ekonomi, çevre ve dış politika tartışmalarında da belirleyicidir.

Gerçek demokratikleşme, “kimliksel sadakat”ten “fikrî sadakat”e geçişle mümkündür. Bourdieu’nün deyimiyle, toplumsal alanın dönüşümü ancak “doxa’nın kırılması” ile olur; yani herkesin doğal saydığı şeyin sorgulanabilir hale gelmesiyle. Türkiye’de siyasetin geleceği, kimliklerin değil fikirlerin çatışabildiği bir alan kurulabilirse şekillenecektir.

Barışın gerçek zemini, sessizliğin değil, meşru çatışmanın olduğu bir toplumsal uzamdır. Çünkü bazen barış, susmakla değil, konuşmayı öğrenmekle başlar.