Kızlarınızı kucaklayın efendiler!

Kızlarınızı kucaklayın efendiler!

2000 yılının bahar ayları... Kocaman, diri kara gözleri vardı. Bakışları, duruşu naifti. Yirmili yaşların başlarındaydı o zamanlar. Orta boylu, esmer, canlı, sevecen, saygılı güzel bir kızdı. Orta Anadolu'daki illerimizden birinden çıkıp gelmişti İstanbul'a ve tez zamanında da eli ekmek tutar olmuştu. Kadıköy'de Nazım Hikmet Kültür Merkezi'nin bahçesinde buluşmuştuk onunla. Posta gazetesinde hayat üzerine yazıyordum ve sadık okurlarımdan biriydi. Bu çok keyifli sohbette laf gelip babalarla kızları arasındaki ilişkinin sakatlığına dayanmıştı. Anlattıkça anlamıştım ki, çok dertli, yaralıydı... Anlatırken kaçamak bakış atıyor bana. Sonra kara gözlerini kapatıp açıyor birkaç kez. Bakışları yere iniyor. Terleyen alnına elinin tersiyle küçük fiskeler atıyor. Buklesini yerine koyuyor. Kızaran yanaklarını saklamaya çalışıyor beceriksizce. Ama çok geçmeden rahatlıyor. Yaralarını deşmesi ve itiraf rahatlatıyor diye düşünüyorum. Babası bir kez olsun sarılmamış ona. "Oysa buna o kadar çok ihtiyacım var ki Halim Bey" demişti boğazı dolarak, "şu aziz ekmek kadar, su kadar… Ama…"

Kopmuştu artık. Gözyaşlarını durdurması olanaksızdı. Bırak kendini diye işaret ettim. Bir süre öylece ıslatıp yaktı yaralarını gözyaşları. Kağıt mendilleri uzattım. Kısacık bir zamanda sildi gözyaşlarını.

"Bir şeyler yaparız" dedim, "artık üzülme." Gülümsedi dostça...

Birkaç gün sonra bütün babaları kızlarını kucaklamaya çağıran bir yazı yazdım. Ertesi gün aradı. Sevinçten uçuyordu telefonda. "Babam" dedi, "nereden bulduysa sizin yazıyı okudu. Kalkıp İstanbul'a geldi sırf bana sarılmak için. Önce özür diledi ve sonra sımsıkı sarıldı bana hocam… Dakikalarca. Dünyalar benim olmuştu. Allah razı olsun senden…"

Arada bir aradı hatırımı sordu sonraki yıllar. Şimdilerde yolun yarısını geçti gibi. Babayla kucaklaştıktan sonra hayatının aşkını bulduğunu anlatmıştı bana bir keresinde. Sonra evlenmiş ve şimdilerde 12 yaşında bir güzeller güzeli kızı varmış. Resmine baktım bir süre. O kara gözlü genç kızın kopyası gibi.

Hey dedim içimden, kendinize iyi bakın kızlar…

BEYEFENDİ

Vergi dairesi ve isyan günleri

Aniden yüz hatlarına şiddetli bir memnuniyetsizliği asarak, "Ben böyle değildim" diye geçirdi içinden ve birkaç cümleyi sıraladı ardı ardına:

"Evden ayrıldın. Sokağa çıktın. Doğalgazı kapatmadığın geldi aklına. Vaktin var, geri dön ve kapat şunu dedin kendi kendine. Boşveeeeer, öderiz gider deyip yürüdün. Hiçbir faturayı, banka kredisini zamanında ödemediğin için o eski zamanların enflasyon canavarı kaç kez yere serdi seni. Zor kazandığın paranı sadece zevkine harcadı sen..."

Sonra oturduğu banktan ayağa kalkarken başını çevirdi Beyefendi ve biraz önce şefi sorduğu bankodaki görevliye baktı. Adam hala poğaçalarını yemekteydi. Amma da yavaş yiyor bu adam diye geçirdi içinden. Saat kaç acaba? Çevrede birkaç adet saat olduğunu gördü. Hepsi de 08.25'i gösteriyordu. Allah Allah dedi içinden bu ne ahenk böyle... Devlet saati işte, hepsi aynı canım...

Peki o saatte neden oradaydı Beyefendi? Ve ora neresiydi? Devlet dairesi... Daha da kötüsü vergi dairesi. Yüz hatları sertleşti. Acıdı, güldü kendine. Dalgasını geçti hemen ardından. "Ulan" dedi "sen değil miydin" bir zamanlar, "usta becerebilirsen vergi vermeyeceksin. Kaçıracaksın!. Hapisteysen oturup günleri saymayacak, akıllı bir vatandaş gibi kaçacaksın oradan. Şimdi ne oldu sana böyle yaşlı hergele? Şu haline bak, sabahın köründe üç beş yıl evvel kurup da kuruş kazanamadan batırdığın şirketin vergi burcunu ödemek için kuyrukta bekliyorsun… Yazık ulan sana..."

Tam da "İşte yaşlılık bu, enerjin seni sonsuza kadar terk etti, düzene uyuyorsun ey orta yaşlı evlat" diye söylenirken, gençten bir adamın sorduğu sorunun son sözcüğü sıktı canını:

"Amcacığım…"

"Sen de haklısın ulan" diye tıslarken genç adama yardımcı olmayı başardı. Adam gitti. Beyefendi, belini tutarak kalktı yerinden. Şef beyefendiyi buldu. Derdini anlattı. Cezanın neden kesildiğini bulamadı şef ve İzmir'e sorun dedi. Kapıdaki polise iyi günler diledi. Dışarıya attı kendini ve sarsak adımlarla metro istasyonuna doğru yürüdü gençliğine kar yağan Beyefendi, yağmur damlalarına aldırmadan… 

İŞTE O KADAR

İnsan bir konuda yalan söyleyince, inandırıcı olması için başka bir sürü konuda da yalan söyler.

Haruki Murakami

OKUYUNUZ

Renga Hei bin 200 yıl önce Japonya'da yaygınlaşmış bir ortak şiir biçimidir. Bu zincirleme şiirler oldukça sıkı kurallara bağlı olarak yazılırdı. Renga adlı bu kitaptaki şiirler ise Meksikalı yazar Octavio Paz'ın girişimiyle 1969'da kendisine Fransız Jacque Roubaud, İtalyan Eduardo Sanguineti ve İngiliz Charles Tomlinson'un katılmasıyla Paris'te bir otelin bodrum katında gerçekleştirdikleri bir deneyin ürünleri. "Renga" Bir uzakdoğu geleneğinden yola çıkarak bu şiir biçimini diriltme girişimidir...

FOTOHABER

Beyoğlu'nda İstiklal Caddesi. Herkesin kendi derdini yüklenerek gelip geçtiği cadde... Ve elinde birkaç mendil olan yaşlı adam... Bazı insanlar için geçim derdi hiç bitmiyor diye düşünüyor sanatçı deklanşöre basarken... Yaşın kaç olursa olsun, hasta ya da sağlıklısın, fark etmiyor. Doğduğun yoksul mu yoksul mahallenin kokusu bırakmıyor yakanı. Ve bir adım ötede olduğunu bildiğin halde ölümün, ayaklarını sürüyerek de olsa bir deliği kapatmaya çalışıyorsun. Düşene, zayıf kollarında derman kalmayana dek...

Foto: Nurettin İğci