Yıllardır büyük acılar yaşayan Gazzelilerin yardımına koşmak, onları güvenli, sağlıklı, huzurlu bir yaşama kavuşturmak için uğraşmak insanlık görevimizdir.

Bunun gereğini yapmalıyız.

Örneğin, gereken her türlü gıda yardımının sağlanması, yakılıp yıkılmış evlerin yerine yenilerinin yapılması, hastaneler inşa ederek hizmete açılması, bu hastanelere doktor ve hemşire desteğinde bulunulması, acil operasyona gereksinimi olan hastaların Türkiye’ye nakledilmesi, eğitim kurumlarının yeniden faaliyete geçmesi için uğraşılması bunlar arasında sayılabilir.

Ama başta ABD olmak üzere bazı ülkelerin oyununa gelerek, “güvenliği sağlama” gerekçesiyle, bizi her an çılgınca hareketler yapabilecek sabıkalı İsrail yönetimi ve ordusuyla karşı karşıya getirecek, askeri çatışmaya zorlayacak bir pozisyonda olmamalıyız.

Yıllardır Gazzelileri açlığa, zulme, ölüme mahkûm edenler İsrail ile ona sürekli olarak, bomba, füze, cesaret ve istihbarat veren ABD’dir.

ABD’nin günahlarının hiç olmazsa bir kısmını affettirmek için Gazze’nin güvenliğinin sağlanmasında bizzat yer alması zorunludur.

İsrail’i yeni katliamlar yapmaktan caydıracak tek formül budur.

ABD’nin elini taşın altına koymadığı bir oluşumda bizim kendimizi ortaya atmamız yanlış ve tehlikeli olur.

Duygusal davranmadan, heyecana kapılmadan hareket etmeli, her adımımızda temkini elden bırakmamalı, Trump’ın “Erdoğan harika. Barışa çok büyük katkısı oldu. Çok güçlü bir milleti ve ordusu var” sözlerine kanmamalıyız.

+++++++++++++++++++++++++++

NEREDEN NEREYE Mİ?

Yıl 1941.

İleride Türkiye'nin en büyük şairlerinden biri olacak Atilla İlhan, İzmir Atatürk Lisesi'nin birinci sınıfında öğrenciydi.

Bir gün okula Siyasi Şube'den bir polis geldi, onu alıp Emniyet'e götürdü.

Evinde arama yapıldı, bazı kitap ve belgelere el konuldu.

Bundan sonrasını, Atilla İlhan'ın, Gazeteci Nebil Özgentürk'e anlattıklarından özetleyerek nakledeyim:

"İzmir Kız Lisesi'nde bir sevgilim vardı.

Ona yazdığım mektuplara Nazım Hikmet'in şiirlerini de ekliyordum.

Okulda arama yapıyorlar ve benim kız arkadaşıma yazdığım mektuplar da ele geçiyor.

Okulun müdiresi Nazım Hikmet'in şiirlerini görünce polise ihbarda bulunuyor.

Polis beni günlerce takip etmiş ve selam verdiğim 16 kişiyi de gözaltına almış.

Siyasi Şube'deki sorgulamalardan sonra Sulh Ceza Hâkimliği'ne çıkarıldık.

Beni ve bir arkadaşımı tutuklayıp içeri attılar.

Konak'ta Rumlardan kalma eski bir cezaeviydi. Orada iki ay kaldık.

Daha sonra da Manisa'da bir hastanede gözetim altında kaldım.

Sonunda yaşımın küçüklüğü ve doktorun yazdığı usturuplu rapor sayesinde yattığım süre cezamdan düşülerek serbest bırakıldım.

O günlerde Karşıyaka'da vebalı gibi kimse yanıma yaklaşamıyordu."

***

Gelelim 1960'lı yıllara.

1965'deki seçimde Türkiye İşçi Partisi'nden İstanbul Milletvekili olarak Meclis'e giren gazeteci-yazar Çetin Altan, Genel Kurul'da Nazım Hikmet’i övücü sözler söylediği için Adalet Partililerin saldırısına uğramış, linç edilmekten son anda kurtarılmıştı.

Yediği tekme ve yumruklar yüzünden gözlerinden biri görme yeteneğini büyük ölçüde yitirmişti.

***

Bunları hatırlatmamın nedeni, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın 11 Ekim Dünya Kız Çocukları Günü dolayısıyla yayımladığı mesajda Nazım Hikmet'in “Dünyayı verelim çocuklara/Hiç değilse bir günlüğüne/ Allı pullu bir balon gibi verelim, oynasınlar” dizelerine yer vermesi.

Erdoğan daha önce de çeşitli vesilelerle Nazım Hikmet’in şiirlerini okuduğu zamanlar oldu.

Örneğin, ABD’nin Hiroşima’ya atom bombasını atmasının yıldönümünde, o olayda ölenlerin anısına ünlü şairin yazdığı “Büyümez ölü çocuklar” şiirini okumuştu:

Kapıları çalan benim/Kapıları birer birer/Gözünüze görünemem/Göze görünmez ölüler/Hiroşima’da öleli/Oluyor bir on yıl kadar/Yedi yaşında bir kızım/Büyümez ölü çocuklar/Saçlarım tutuştu önce/Gözlerim yandı kavruldu/Bir avuç kül oluverdim/Külüm havaya savruldu/
Benim sizden kendim için/Hiçbir şey istediğim yok/Şeker bile yiyemez ki/kâat gibi yanan çocuk/Çalıyorum kapınızı/Teyze, amca, bir imza ver/Çocuklar öldürülmesin/Şeker de yiyebilsinler.

Ve bir başka toplantı...

Erdoğan bu defa da Nazım Hikmet’in “Davet” isimli şiirine yer vermişti konuşmasında:

Dörtnala gelip Uzak Asya’dan/Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan/Bu memleket bizim/Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak/Ve ipek bir halıya benzeyen toprak/Bu cehennem bu cennet bizim/Kapansın el kapıları bir daha açılmasın/Yok edin insanın insana kulluğunu/Bu davet bizim/Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür/Ve bir orman gibi kardeşçesine/Bu hasret bizim.

***

Bir zamanların “en sakıncalı ismi” Nazım Hikmet’in şiirlerinin şimdilerde Cumhurbaşkanı tarafından bile okunması...

Bu ilginç durumun değerlendirmesi farklı şekillerde olabilir.

Bir taraf “Vay be! Türkiye nereden nereye geldi. Hani özgürlük yoktu” derken, farklı görüşte olanlar “Devlet adamları hayatta olmayan şairleri, yazarları, düşünürleri tehdit olarak görmezler, aksine severler” diyebilir.

Siz hangi taraftasınız?