Medya Arkası (09.09.2016)

Medya Arkası (09.09.2016)
Köşe yazarlarının bugünkü gündeminde 9 Eylül İzmir'in kurtuluşu, Kadir Topbaş'ın damadının tutuklanması, kış saatinin kaldırılması, 15 Temmuz ve FETÖ, Fırat Kalkanı ve Emre Mor vardı.

Her şey 9 Eylül günü başladı / Emin Çölaşan / Sözcü

Sevgili okuyucularım, ne acıdır ki yakın tarihini bilmeyen ve öğrenmek istemeyen bir millet haline dönüştük.
Milletçe elde ettiğimiz bağımsızlık, bugünkü iktidar tarafından özellikle örtbas edilmek isteniyor.
Ulusal bayramlarımızın kutlanması bile artık yasak!..
Çünkü Türkiye'de ulusalcılığı değil ümmetçiliği yaygınlaştırma peşindeler.
Bugün 9 Eylül…
İzmir'in kurtuluşu…
Sadece bir kentimizin değil, ülkemizin kurtuluşu anlamına gelen bir gün.

1914-1918 arasında dört yıl boyunca Birinci Dünya Savaşını yaşadık. Müttefikimiz Almanya ile birlikte bu savaştan yenik çıktık ve teslim olduk.
Irak, Suriye, Ürdün, Filistin elimizden çıktı.
30 Ekim 1918:
Osmanlı, Mondros teslim anlaşmasını imzaladı. Silahları bıraktık…
Hemen ardından Osmanlı'nın başkenti İstanbul İngilizler ve Fransızlar tarafından işgal edildi.
Düşman orduları Anadolu'nun dört bir yanına girdiler ama bu da hızlarını kesmiyordu.
15 Mayıs 1919: Gücünü İngiltere ve Fransa'dan alan Yunan ordusu İzmir'i işgal etti. İşgal giderek bütün Ege bölgesine yayıldı.
19 Mayıs 1919: Mustafa Kemal Paşa işgalden dört gün sora Samsun'a çıkıp milli mücadeleyi başlattı.
23 Nisan 1920: Ankara'da Büyük Millet Meclisi açıldı.

Yunan ordusuyla İnönü ve Sakarya'da kanlı savaşlar, meydan muharebeleri oldu.
Elinde hiçbir olanak olmayan yeni Türk devleti artık savaş alanlarında boy gösteriyordu.
Garp cephesi kuruldu.
Ordu düzeni şöyleydi:
Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, Garp cephesi komutanı İsmet Paşa.
Emrinde iki ordu var.
Birinin komutanı Yakup Şevki Paşa, ötekinin komutanı sakallı Nurettin Paşa.Ordumuzda sakallı olan tek general. (Sonraki yıllarda Atatürk'e düşman oldu!)

Ankara hükümeti büyük bir gizlilik içinde büyük savaşa, büyük taarruza hazırlanıyor. İlk amaç düşman işgali altındaki Afyon'u
kurtarıp oradan İzmir'e doğru atılmak.
Taarruz 26 Ağustos 1922 günü Kocatepe'den topçumuzun atışlarıyla başladı.
Yunan ordusu direniyordu ama bu direniş çok kısa sürdü. Ordumuz ilerlemeye başladı.
Üçüncü gün çok önemli bir gelişme oldu ve başta Trikupis olmak üzere düşman ordusunun bütün komutanları esir edildi.
Mustafa Kemal Paşa ile İsmet Paşa esir komutanlarla görüştü. “Savaşta olur böyle şeyler, üzülmeyin. Siz görevinizi yaptınız” dediler ve kılıçlarını almadılar.
30 Ağustos 1922: Yapılan son meydan muharebesini ordumuz kazandı.
Mustafa Kemal Paşa'nın “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz'dir, ileri” emri yerine getirilmeye başlanmıştı.
Yunan ordusu İzmir'e doğru kaçıyor, arada kısa direnişler oluyor, ancak geçtiği her yeri yakıp yıkıyordu.

9 Eylül 1922'de İzmir'in ele geçirilmesi aslında Türkiye'nin gerçek kurtuluş günüdür.
Vatanın düşman ordularından arınma sürecinin son noktasıdır.
İşgalci güçler bir süre sonra vatan toprağından temizlendi.

***

Fırat Kalkanı: Kazanımlar ve riskler / Sami Kohen / Milliyet

Üçüncü haftasına giren “Fırat Kalkanı” harekâtı, gerek Türkiye’nin dış politikasında, gerekseSuriye’deki güç dengesinde, gözlerin önüne yeni bir tablo seriyor.

Bu operasyonun başlıca özelliği, planlama ve zamanlama açısından, tamamen Türkiye’nin inisiyatifi ile gerçekleşmesidir. Bunun için hazırlanan diplomatik zemin (Rusya ile normalleşme,ABD ile müzakereler, İran’la temaslar vs.) bu askeri müdahalenin uluslararası camia tarafından da kabul görmesini sağlamıştır.

Diplomatik alandaki bu başarının yanı sıra, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ile birlikte yürüttüğü askeri operasyon bu kısa süre içinde bir zafere ulaşmıştır.

“Fırat Kalkanı” harekâtının bir amacı, Kuzey Suriye’de, Türk sınırına yakın bölgede kümelenen (ve oradan Kilis gibi Türk kentlerine ateş eden) IŞİD güçlerini bertaraf etmekti. Bu, planlandığı gibi, süratle gerçekleştirildi. Diğer bir amaç da, daha önce yapılan uyarılar çerçevesinde, PYD/YPG’nin Fırat’ın batısına geçmesini ve orada kendi hâkimiyeti altında bir koridor kurmasını önlemekti. Bu da gerçekleşmek yolundadır.

Fiili durum

Şimdiye kadar bu harekâtın sağladığı başlıca kazanım, Kuzey Suriye’de fiilen bir güvenli bölgenin oluşmasıdır.

Bu durum terör gruplarının Türkiye’nin sınır bölgesindeki yerleşmiş bölgelerini tehdit etmesini önleyeceği gibi, burada ilk kez Türk askeri varlığını da kurmaktadır. Bunun anlamı, Türkiye’nin de artık Suriye’de bir askeri ve siyasi aktör olarak aktif bir rol oynayabilecek duruma geldiğidir. Bundan böyle Türkiye Suriye sorununun her aşamasında sesini duyurabilecek, kendi çıkarlarına uymayan gelişmelere karşı çıkabilecektir...

***

Savaş, terör ve mağduriyet! / Güngör Mengi / Vatan

Dün İstanbul’daki birliklerden “Suriye’ye geçmek üzere” Gaziantep’e gönderilen yüzlerce zırhlı aracın fotoğraflı haberi çıktı.

Adeta Türkiye “3’üncü Dünya Savaşı”na girmiş gibi tam bir savaş hali içindeyiz.

Cerablus, Türkiye ve ÖSO’nun birlikte yaptığı operasyonlarla “IŞİD’den temizlendi” ve Cerabluslular Türkiye’den kasabalarına dönmeye başladılar.

Bu iyi bir başarı ama 4 askerimizin şehit olmasına ve 4 tankımızın saldırıya uğrayarak hurdaya dönmesine neden oldu.

Bir kez daha hatırlamalıyız ki “müttefikimiz ABD’nin başını çektiği koalisyon güçleri” isteseydi Türkiye için tehlike yaratan ve bu operasyonu zorunlu kılan yayılmayı baştan önleyebilirdi.

Biz de en baştan “bu duruma izin vermeyeceğimizi, müttefikiz diyerek sırt sıvazlamalarla yapılan iki yüzlülüğü durdurmalarını” açıkça ortaya koyabilirdik.

Şimdi ABD bizi daha da çok Suriye’nin içlerine çekmek için teklifler yapıyor.

Neden biz?

Bundan sonraki adımlarımız arasında “Cerablus’a önümüzdeki Pazartesi’ye kadar su verilmesi, Cumartesi gününe kadar da enerji ihtiyacının karşılanması” varmış.

Bu bölgede; 40-45 km eninde, 90-95 km uzunluğunda bir hattın “uçuşa yasak bölge” yapılması ve buralarda “şehirler kurarak” yurdundan ayrılan Suriyelilerin oraya nakledilmesi de planlar arasında.

Türkiye zaten Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da sık sık dile getirdiği gibi “3 milyon Suriyeli mülteci aldı ve AB onlar için söz verdiği parayı da vermedi”.

Batı bu konuda kılını kıpırdatmadığı gibi bir de üstüne “vizesiz geçiş” gibi eften püften bir karşılıkla çok sayıda “istenmeyen mülteciyi” Türkiye’ye atma telaşında.

Bunu asla kabul etmemeliyiz, bu bir.

Cerablus’a dönenler ve uçuşa yasak bölgeye (yapılabilse bile) gönderilecek mülteciler ancak 100-200 binle sınırlı kalabilir, diğerlerinin tüm yükü ve gelecekte yaratacakları sorunlar kuşaklar boyu bizim üzerimizde kalacak.

Bunların üstüne koca kente su, enerji ya da kurulacak şehirler gibi büyük maddi yükleri neden dünyanın en zengin ülkeleri; ABD ve AB üstlenmiyor da ona da biz atlıyoruz?

***

Darbeyi Pkk bile biliyormuş / Mehmet Tezkan / Milliyet

Darbe girişimi öncesi PKK bir süre hareketsiz kaldı..
Ne bombalı saldırı düzenledi..
Ne pusu kurdu..
Bu hal, PKK-FETÖ anlaşmasına yoruldu.. PKK’nın darbenin sonucunu beklediği iddia edildi..
Acaba gerçekten öyle miydi, yoksa eylemsizlik tesadüf mü?
Bu sorunun net cevabı yoktu..
Çünkü ne belge vardı ne bilgi ne tanık!..
Spekülasyon olabilirdi..

Sonunda ilk tanık çıktı.. 17 Ağustos’ta Van Polis Evi’ne bomba yüklü kamyonla saldırı düzenleyen terörist itirafçı olmuş..
Örgüte ait sığınakları göstermiş..
Söylediği doğruysa; darbenin olacağını biliyorlarmış..  
Karayılan, 15 Temmuz’da darbe olacağını tüm PKK’lılara duyurmuş..
Kandil; ‘Askerlere saldırıyı durdurun, polisleri vurmaya devam edin’ talimatı vermiş..
İtirafçı teröristin ifadesi şöyle..
‘15 Temmuz’da darbe olacağını cihazdan (telsizden) bize söylediler.’
Vahim!.

Karayılan darbe olacağını telsizden tüm PKK gruplarına bildiriyor.. 
Telsizden!..
Demek ki; birileri Kandil’e ‘İktidarı deviriyoruz, biz geliyoruz’ diye haber yollamış..
Başarılı olsalardı sadece FETÖ darbesi olmayacakmış..
FETÖ-PKK darbesi olacakmış..
Kırk katırla kırk satır bir arada..
Allah kurtarmış..

Meğer, Fethullahçı askerler darbe yapmak için PKK’yla anlaşma yapmış!. 
Meğer, Türkiye’yi kana bulamak için ortak hareket etme kararı almış!.
Vahim..
Korkutucu ürkütücü..

Sadece bu değil vahim olan, başka bir şey daha var..
Kandil ‘komutan dediği’ PKK’lı terörist liderlerine telsizle darbe gününü bildiriyor..
MİT’in haberi olmuyor..
Emniyet istihbaratın ruhu duymuyor..
MİT Müsteşarı’nın darbe günü öğleden sonra haberi oluyor ama sadece GenelkurmayBaşkanı’na söylüyor..
Cumhurbaşkanı’nı aramayı unutuyor..
Başbakan’a haber vermek aklına gelmiyor..
Cumhurbaşkanı darbe olacağını eniştesinden öğreniyor, hızlı davrandığı için suikast timinden kurtuluyor..
Meselenin bu yönü de vahim.. 

***

Kadir Topbaş'ın damadı meselesi / Ahmet Hakan / Hürriyet

DAMADI FETÖ'cülükten tutuklandı Kadir Topbaş'ın...

Herkes aynı şeyi söylüyor:

Çember daralıyor, sıra ona geliyor falan.

İyi ama damadından Kadir Topbaş’a ne?

Damadı ayrı bir kişilik, Kadir Topbaş ayrı bir kişilik değil mi?

Damadının yapıp ettiklerinden Kadir Topbaş’ı sorumlu tutmak da neyin nesi!

Ama durun bir dakika!

Eğer dünkü Cumhuriyet’in manşetinde yer alan haber doğruysa...

İşte o zaman işin rengi değişir!

- Eğer gerçekten de damat ile Kadir Topbaş arasında iş ilişkisi varsa...

- Eğer gerçekten de damadın inşaat işi için Kadir Topbaş’ın belediyesi seferber olduysa...

- Eğer gerçekten de damadın konut projesinden Topbaş daireler aldıysa...

İşte bunun üzerine gidilmeye değer.

İki açıdan da gidilmelidir bu iddianın üzerine:

- BİR: Nepotizm yani akraba kayırması var mı, yok mu üzerinden...

- İKİ: Damada yapılan kıyak, FETÖ’ye yapılan kıyak olur mu, olmaz mı üzerinden...

Kadir Topbaş ve tutuklanan damadı hakkında bunun ötesinde söyleyecek tek bir cümlem bile yok.

***

Hakim Gülen’i mehdi ilan etti / Saygı Öztürk / Sözcü

İstanbul 18. Asliye Ceza Mahkemesi'nde Balyoz sanıklarıyla ilgili bilirkişi raporunu yazanlar hakkında dava açılmıştı. Duruşma, ekim ayına ertelenmişti. Ancak ne olduysa oldu, hakim bu davayı taraflara hiçbir bilgi vermeden 4 Temmuz'da ele aldı ve o celsede de sonuçlandırdı. İşin ilginç yönü de o kararda Fetullah Gülen'e övgüler dizmesi, onu mehdi ilan etmesiydi.
Dava konusu, Balyoz Davası sırasında bilirkişilerin, görevlerini kötüye kullandığı iddiasıydı. Kötüye kullandığını bildikleri için de onlar zaten tüymüşlerdi. Hakim İlhan Karagöz “gereğini” düşündü ve duruşma tutanağına önce şunları yazdırdı:

KARAR DURUŞMA TUTANAĞINDAN

“İzzet ve azametine teslimiyetimi bildirmek, üzerimdeki nimetlerinin tamamlanmasını istemek, tevfik ve inayetinin devamını sağlamak için Allah teala'ya hamd ederim.
Peygamberlik rütbesine eğildiğimi ifade etmek, Allah resulü olmasının bize yüklediği saygı hakkını yerine getirmek ve şefaatini dilediğimi açıklamak için en hayırlı kul olan Muhammed'e ve onun vesilesiyle al ve ashabına salat ve selam ederim.”
Hakim, avukat arkadaşından Hikmet Neşriyat yayınlarından çıkan İmam Gazali'nin “Ey Oğul” kitabının ilk konusu “Risale, iman, küfrü birbirinden ayırmak” başlığını taşıyor. Hakim İlhan Karagöz, bu kez bu kitaptan alıntılar yapıyor:
“Allah hepimize doğru yolu göstersin, esenlik ve kurtuluş versin, hidayet nasip etsin, adalet ve insanlık ve hoşgörüden, insanlıktan ayırmasın. Âmin.”
Mahkeme kararı birden bire Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'a dönüyor. Kararda, “Bilgilere göre o sadece kendi talebeleriyle çıkacak ve sonra diğer insanların çoğunluğu ona tabi olacaktı. Tabii ki Tayyip Erdoğan alabildiğine müsrif, kendi adamları dahi bunu dile getirdiler. Evet, Erdoğan da son ve İslam'ın büyük deccalıdır.”

***

Yaz saatinin kalıcı olması yanlış bir karar / İsmet Berkan / Hürriyet

ÖNCE bir yanlışı düzeltelim: Dün sabahtan beri neredeyse bütün medya organlarında ve internet haber sitelerinde 'kış saati uygulamasına son verildiği' söyleniyor.

Oysa ‘kış saati’ dediğimiz şey, ‘normal’ ve ‘doğal’a en yakın saat.

Anormal olan, biz gün ışığından daha fazla yararlanalım ve daha az elektrik harcayalım diye yapılan şey ‘yaz saati’.

Yani, 1972 yılından beri ekim ayının sonunda saatlerimizi 1 saat geri alarak ‘kış saati’ne geçmiyoruz aslında, sadece ‘yaz saati’ne son veriyor, ‘normal’ kabul edilen saatimize geri dönüyoruz.

O yüzden Bakanlar Kurulu’nun aldığı karar ‘kış saati uygulamasına son’ vermiyor, sadece yaz saati uygulamasını kalıcılaştırıyor.

Tam da bu nedenle yanlış bir karar bu.

Ve belki de bu kararı, ‘Bakanlar Kurulu Türkiye’nin bulunduğu saat dilimini değiştirdi’ diye okumak gerek.

Bilgisayar diliyle söyleyecek olursak, artık GMT +2’de değil, GMT +3’teyiz. (Şu an GMT ile aramızdaki fark 2 saat ama bu onlar yaz sebebiyle saatlerini 1 saat ileri aldığı için böyle; ekim sonundan itibaren fark 3’e çıkacak.)

Peki saat dilimini değiştirmek veya kibarca ifadesiyle ‘yaz saatini kalıcı kılmak’ neden yanlış?

İstanbul’da aralık ayının son haftasından başlayıp ocak ayının ilk haftasının sonuna kadar güneş sabahları 07.30 civarında doğacak ve 16.40 civarında da batacak.

Sabahları karanlıkta uyanmanın ve hatta evden karanlıkta çıkmanın sevimsizliği bir yana, esas mesele havanın erken kararması olacak.

Düşünün, hepimiz sabahları evden karanlıkta çıkıp eve karanlıkta döneceğiz.

Elbette epey bir zamandan beri yaz saatinin gerçekten enerji tasarrufu sağlayıp sağlamadığı tartışmalı bir konu.

Belki eski zamanlarda evlerde elektrik esas olarak aydınlanma amacıyla kullanılırken bu uygulama bir tasarruf sağlıyordu ama artık öyle değil.

Ancak yine de yaz saatini sürekli kılmak, yani GMT +3 saat dilimine geçmek yerine yaz saatinden vazgeçip GMT +2’de durmak daha doğru olacaktı.

***

Mahsuben!. / Hakkı Yalçın / Fotomaç

Milli takımda oyundan alınan Emre Mor'un yaptığı hareket tartışılıyor.
Kimileri eleştiriyor, kimileri de eleştirenlere karşı duruyor.
Bir genci kaybetmek kazanmaktan kolaydır. Ama o gencin yanlışlarının önünü kesmek için eleştiriler gereklidir.
Çünkü yanlışlar sık sık affedildiğinde ortaya ahlak sorunu olan berbat resimler çıkar.
Ağaç yaşken eğilir gerçeğine mahsuben!

Ağaların yeniden milli takıma çağrılması için, spor medyasında hummalı bir çalışma başlatıldı.
Mesela Selçuk İnan bu takımda oynasa ne olur, oynamasa ne olur!
Ama sistem böyle işliyor.
Milli takımın geleceğinden değil, futbolculardan yana olan sistemin müritleri de böyle çalışıyor.
Çıkarlarına mahsuben!

Ülkenin derin medyası futbolda da etkilidir. O yüzden sistemin getirisinden beslenmek, milli takımdaki gençlik devrimini reddeder.
Sahanın ortasında "etiketli kokteyller" yapıp, alın terini reddedenleri el üstünde taşımanın emirleri de büyük yerdendir.
Buna karşılık...
Fatih Terim'e basın toplantısında sorulacak soruların "özel izne tabii" sayıldığı bir düzende yaşıyoruz.
Güçlü olanların yanlışlarının saklanmasına mahsuben!

Fatih Terim'in milli takımdaki ağalardan yana bir rahatsızlığı olduğu muhakkak.
Ama Fatih Terim, o ağaların Abdullah Avcı'ya karşı bayrak açmasına suskun kaldı.
Bir gerçek vardır...
Başkalarına karşı işlenen cinayetler size şölen olarak dönüyorsa, orda bir yanlışlık biçimi vardır.
O yüzden yanlış insanları korursanız.
Bir gün onlardan korunmanız gerekir!
En büyük cinayetlerin yürekte işlendiği gerçeğine mahsuben!.