Medya Arkası

Medya Arkası
Köşe yazarlarının bugünkü gündeminde MHP'deki kurultay tartışmalarının yanı sıra, Osmanlı Hanedanı'na maaş bağlanması gündeme alındı. Spor yazarlarının tek gündemi ise Beşiktaş'ın berabere kalmasıydı.

Akşener’in eşinin eskiden solcu olması meselesi / Ahmet Hakan / Hürriyet

MERAL Akşener’i yıpratmak isteyen MHP Genel Merkezi, bu sefer de Akşener’in eskiden solcu olan eşini diline dolamış.

*

- Meral Akşener’in eşi eskiden DEV-SOLCU imiş...

- MHP hakkında karar veren yargıç da solcu imiş...

- Olay tam da bir solcu kumpasıymış...

Falan filan...

*

“Paralel kumpas” iddiası yeterince tutmayınca...

Bu kez “Solcu kumpası” iddiası piyasaya sürülüyor.

Güya solculara zıt giden ülkücüleri etkileyecekler.

-

Oysa Meral Akşener’in eski solcu eşiyle ilgili iddialar...

Meral Akşener’i ülkücüler nezdinde aşağı düşürmez, yukarı çıkarır.

*

Bakın Meral Akşener, ta 2001 yılında kendisiyle yapılan bir röportajda neler söylüyor:

- Tuncer sıkı Maocuydu. Eylemlere katılır, Perinçek’in gazetelerini dağıtırdı. (DEV-SOL nere, Maoculuk nere.)

- Bana çok güzel mektuplar, şiirler yazardı. Hâlâ saklarım. Ben ise ona solcuların ne kadar kızdığı eser varsa Safahat’ı, Necip Fazıl’ı gönderirdim.

- Arkadaşlığımız siyasi tartışmalarla başladı. Evlenmeden önce onu sağcı yaptım.

*

Yani neymiş?

Bir solcu, Meral Akşener sayesinde sağcı olmuş.

Ülkücüler bundan gurur duymaz da ne yapar?

 

***

Kim takar Hanedanı! / Emin Çölaşan / Sözcü

Sevgili okuyucularım, Türkiye’de birkaç gün önce ilginç bir olaya tanık olduk ama yoğun gündem içerisinde kaynadı gitti.
İki MHP milletvekili, Ekmeleddin İhsanoğlu ile Mustafa Kalaycı tarafından Meclis Başkanlığı’na sunulan bir kanun teklifinde Osmanlı hanedanımensuplarına maaş bağlanması önerildi. Gerekçede özetle şöyle denildi:
“Bu ecdat yadigarlarına mutlaka sahip çıkılmalıdır. Bazıları kıt kanaat geçinmekte, bazıları ise büyük ölçüde geçim sıkıntısı çekmektedir. 
Aylık geliri Başbakanlık Müsteşarı maaşından daha düşük olanlara (yaklaşık 10 bin lira) bu kadar maaş ödenmelidir.
Hanedan mensuplarının sağlık, eğitim ve cenaze giderleri devlet tarafından karşılanmalı, çocuklarına ve torunlarına yurt içinde ve dışında burs temin edilmelidir. Bu kadar Suriyeliye bakan Türkiye bu ecdat yadigarlarına da bakabilir ve çok uygun olur!”
Bu kanun teklifi MHP grup başkanvekillerinin onayı ile verildi. Başka bir deyişle Devlet Bahçeli’nin onayı alınmıştı. Milletvekillerinin kanun teklifi vermesi, genel başkanın izni olmadan söz konusu değildir.

*  *  *

Tahmin ediyorum, bu teklif aslında AKP’nindir. Ancak kendileri şimşekleri üzerlerine çekmemek için devreye yine yedeklerinde bekleyen MHP’yi soktular.
Her fırsatta iktidarın stepnesi, bastonu ve kurtarıcı meleği olarak görev yapan MHP’nin bu işe de soyunması böylece sağlanmış oldu! 
Eldeki verilere göre halen hayatta olan hanedan mensubu şehzade, sultan (yani onların torunları ve çocuklarının) sayısı 77 imiş ve bunlar dünyanın pek çok ülkesinde yaşıyormuş.

*  *  *

Hanedan olayı çoktaan bitmiştir. Osmanlı ile birlikte hanedan da her şeyi ile tarihin sayfalarına gömülmüştür. Bu saatten sonra onları piyasaya yeniden sürmek, maaş falan bağlamak hikayedir. Hiç kimse başaramaz.
Fırsat bulmuşken bu konuda sizlere kısaca bilgi aktarayım.

*  *  *

Yıl 1922… Lozan Barış Anlaşması görüşmeleri başlamak üzere. Avrupa ülkeleri konferansa hem İstanbul, hem de Ankara hükümetlerini çağırdı. Ulusal egemenlik bölünmek üzere idi.
Yunan ordusunu İzmir’de denize döküp zafer kazanmışız ve Avrupa yine de hiçbir etkinliği kalmamış olan göstermelik İstanbul hükümetini adam yerine koyuyor!
1 Kasım 1922… Bir kanun çıkarıldı, adına padişahlık, saltanat, hanedan denilen kavramlar bir daha gelmemek üzere kaldırıldı.
O sırada tahtta oturan son padişah, hain Vahdettin idi. 
Vahdettin korktu, İstanbul’daki İngiliz işgal komutanlığına ricada bulundu:
“Ankara’nın bu kanunu sonrasında can güvenliğim kalmamıştır, beni ve hanedanımı siz koruyunuz!”
İngiliz komutanı kendisinden yazılı dilekçe istedi…
Aynı doğrultuda bir yazılı başvuru Vahdettin tarafından imzalandı…
Ve söz konusu hain 17 Kasım günü apar topar İngilizlerin Malaya isimli zırhlısına binip yurt dışına tüydü.
İtalya’nın sayfiye kenti San Remo’da bir villaya yerleşti.
Müslümanların halifesi idi ama Hristiyanlara sığınmıştı! 
Meclis, ondan boşalan halifelik makamına 19 kasımda veliaht Abdülmecit efendiyi seçti. Padişahlık kaldırılmıştı ama halifelik bir süre daha kalacaktı.

*  *  *

Aradan yaklaşık bir buçuk yıl geçti. Bu süreçte Ankara başkent olmuş,Cumhuriyet ilan edilmişti.
Halife Abdülmecit efendi İstanbul’da padişah gibi davranıyor, Fatih Sultan Mehmet’in kaftanını giyip beyaz bir at üzerinde cuma namazlarına katılıyor, gösteri yapıyor, saraylarda yaşamını padişah gibi sürdürüyordu.
Harcamalarını Ankara hükümeti, o fakir devlet ödüyordu!
Günlerden 3 Mart 1924… Bir kanun daha çıkarıldı ve halifelik de kaldırıldı. 
Aynı kanunla hanedan mensuplarının vatanı terk etmesi karara bağlandı.

*  *  *

Şehzadeler, sultanlar vesaire tam kadro sınır dışı edildi. Her birine bin sterlin para ile birlikte dönüşü geçerli olmayan bir pasaport verildi.
Birkaç istisna dışında Türkiye’deki mal varlıklarına el konulmadı.
Yanlarına mücevherlerini, tahvillerini aldılar.
Sirkeci Garı’nda gösteri olmasın diye araçlarla Çatalca’ya sevk edilen hanedan mensupları orada kendileri için hazırlanan özel trene bindirilip yurt dışına uğurlandı!
Cumhuriyet rejimi güç ve iktidar savaşına tahammül edecek değildi. 
Cumhuriyet rejimi yeni bir devlet kurmuştu ve gerekeni yapıyordu. 
Bir süre sonra devrimler başlayacaktı.
1952 yılında çıkarılan af kanunu ile hanedanın kadınlarına Türkiye’ye giriş izni verildi. 1974 affı ile isteyen erkekler de döndü ama çoğu düzenini yurt dışında kurmuştu. Onlar gelmedi.

*  *  *

Aradan 100 yıla yakın bir zaman geçmiş, şimdi birileri hanedan mensuplarına maaş bağlanmasını istiyor.
Böyle ipsiz sapsız bir öneriye biz ancak güleriz. 
Artık Osmanlı yok, padişahlık, saltanat, halifelik, hiçbiri yok. 
Onlar uçtu gitti, tarihin derinliklerine gömüldü. 
AKP şimdi MHP’yi taşeron olarak kullanıp bazı kavramları geri getirmeye kalkışıyor. 
AKP bunu yapabilir de MHP’ye, hele Ekmeleddin İhsanoğlu’na ne oluyor!

***

Kûtu'l Amâre Zaferi / İlber Ortalı / Hürriyet

23 NİSAN 1920 VE ALTERNATİF TARİH ÇALIŞMALARI ÜZERİNE

Bazı muhafazakâr çevreler son dönemde Kut Zaferi’nin anmasını, TBMM’nin açılışı yıldönümüne karşı öne çıkarıyor. Bu iki tarihi olay birbirine rakip olabilir mi? Ortaylı anlatıyor. 

23 NİSAN 1920 ila 29 Nisan Kûtu’l-Amâre zaferini bir satranç tahtasının piyonları gibi düzenlemek ne tarih ilmine ne geçmişi betimlemeye yarayan oldukça sağlıksız bir yaklaşım. 29 Nisan 1916 bir imparatorluğun genç komutanlarının Britanya ordusuna itibar kaybettiren bir zafer kazanmasıdır. 23 Nisan 1920 ise Mütareke’den sonra merkezi devletler içinde en çok haksızlığa uğrayan, Britanya’nın çok ağır bir bedel ödetmek istediği bir memleketin askerlerinin ve politikacıların Ankara’da bir direniş örgütlemesidir. İlk defa bir Meclis hâkimiyeti söz konusudur ve ilk defa Türk adı devlet hayatında bin seneden sonra kullanılmaktadır. Muhafazakâr olmak tarihi verileri yorumlarken maskaralık yapmak değildir; ciddi bir yöntem ve dürüstlükle de muhafazakâr tarih yapılabilir. Bu sene 23 Nisan’ı kutladık ve tabii ki 2020’de 100’üncü yılı olacak. Şimdiden hazırlanmalı. 29 Nisan 2016 da bu önemli zaferin 100’üncü yılıdır; onu da kutluyoruz ve kutlayacağız. 

***

Hakaret davası! / Melih Aşık / Milliyet

Avrupa bu konuda umursamaz olsa da... Yabancı devlet başkanlarına hakaret konusunda biz öteden beri hassasızdır! Aziz Nesin, 1940’larda İran Şahı ve Mısır Kralı’na hakaret ettiği gerekçesiyle 3’erden 6 ay hapis yatmıştır. İngiltere Prensesi Elizabeth’le ilgili yazısı nedeniyle de İngiliz Büyükelçiliği tarafından dava edilmiş, ancak Elizabeth o tarihte henüz devlet başkanı olmadığından beraat etmişti.
Aziz Nesin bu yazıları neden mi yazardı? Basının Türk halkını hiç ilgilendirmeyen konularda günlerce en ince ayrıntısına kadar yayın yapmasını protesto için... Elizabeth yazısı şöyleydi:
“Üstünde güneş batmayan, ama sömürge insanları batan şahane İngiltere imparatorluğunun nazenin pamuk prensesi Elizabet, Eminönü meydan saati ayarıyla dün gece saat üçü onbir buçuk dakika, dört saniye geçe doğurmuştur. Kralî yumurcağın haşmetli validesinden dünyaya gelişi sırasında İngiltere İçişleri bakanı dünya kapısında, dışişleri bakanı da dış kapıda nöbet tutuyorlardı. Bu şahane doğum münasebetiyle, yol gitmez, kuş uçmaz, kervan geçmez, doktor bilmez, bakan uğramaz köylerimizde davullar zurnalar çalınacak, ileri gelenlerimizin ve büyüklerimizin etekleri zil çalacaktır.
Prensesle prensin ilk randevularından tam dokuz ay, dokuz gün, dokuz saat, dokuz dakika, dokuz saniye sonra şahane yavrunun dünyaya gelmesi, İngilizlerin ne denli sözlerini tuttuklarını bi kez daha dünyaya isbat etmiştir...

***

Bu kafayla zor refah toplumu oluruz / Abbas Güçlü / Milliyet

Peki, o zaman niye hâlâ refah toplumu olamadık?
Şimdi buna da itiraz edenler çıkacak, gözünüz doysun, ne arıyorsunuz da bulamıyorsunuz diyenler olacaktır.
Eğer bir tüketici gözüyle bakarsanız, elbette ne ararsanız var.
Hatta tüketimde, Avrupa ve Amerika’yla atbaşı gidiyoruz dersek yalan olmaz.
Her şeyin son modeli önce bize geliyor. Çünkü müşterisi hazır.
İşte bizim itirazımız da bu noktada başlıyor!
Çılgınca tükettiklerimizin ne kadarını biz üretiyoruz?
Evet, evet kullandığımız bilgisayarların, telefonların, otomobillerin, enerjinin, kozmetiğin, daha da önemlisi harcadığımız paranın ne kadarını biz kazanıyoruz, biz üretiyoruz?..
Önceki gün gazetelerin ekonomi sayfalarında bir haber vardı, dikkatinizi çekmiştir:

Borçlarımızı ödeyemiyoruz!
Çekler, senetler, kredi kartları, banka borçları, taksitin her türlüsü, ya zamanında ya da hepten ödenmiyormuş!
Hemen her ay, kaynağı belirsiz milyar dolarlar gelmese, ülke olarak da benzer bir duruma düşmemiz işten bile değil.
Cari açık giderek büyüyor. Çünkü ürettiğimizden daha fazlasını harcıyoruz.
Ve bundan çok daha vahimi, bu durumun hiç kimsenin umurunda olmaması...
Peki, bu gidişat daha nereye kadar devam edecek?..
Eğer yaşadığımız saltanattan vazgeçmek istemiyorsak, bu böyle devam etsin diyorsak, daha çok çalışmak ve daha çok üretmek zorundayız...

Peki, bu nasıl olacak?
İşte bu soruya cevap ararken de tekrar dünkü yazıya dönmek istiyorum. İş adamı Ali Koç, daha çok AR-GE ve daha iyi eğitim diyordu.
Haksız mı?
YÖK Başkanı Yekta Saraç, yabancı dille eğitim konusunda birbirimizi kandırıyoruz, yabancı büyükelçiler karşısında mahcup oluyorum dediğinde haksız mıydı?
Kesinlikle hayır!
Vakıf Üniversiteleri Birliği Başkanı Rifat Sarıcaoğlu, zorunlu burslar ihtiyacı olanlara değil, zenginlere gidiyor diye haykırdığında sesini duyurabildi mi?

Evet demek o kadar zor ki!
ABD’de üniversitelerin akreditasyonu konusunda en yetkin kuruluş olan WASC’ın 17 yıl başkanlığını yürüten Prof. Ralph Wolff, 2030 yılına kadar, bugün yapılan işlerin yüzde 50’si otomasyonla yapılacak sözleri, üniversiteler nezdinde karşılık buldu mu?
Bırakın önlem almayı, duyduklarından bile emin değilim...
Yukarıdaki tüm tespitlere baktığımızda herkes Mersin’e giderken bizim tam tersine gittiğimizi görmemek için ya kafamızı kuma gömmüş olmamız gerekir ya da ilüzyonla hipnotize edilmiş gibi uyurgezer vaziyetteyiz ve hiçbir şeyin farkında değiliz...
Hemen her konuda öyle ya da böyle çok büyük paralar harcıyoruz.
Dünyanın en büyük 10 ekonomisi arasına girdik diye övünüyoruz.
Kötü mü, elbette iyi ama keşke bize biçilen tüketici rolünden sıyrılıp, biraz daha çok katma değeri yüksek ürünler üretebilsek.
İşte o zaman yarınlara çok daha umutla bakabilir, çocuklarımıza giderek artan borç dışında daha güzel bir ülke bırakabilirdik.
Ve bunun yolu, sabah akşam televizyon izleyip, telefonla konuşup, dijital âlemde geyik yapmaktan değil, eğitimden, bilimden, AR-GE’den ve dünyanın gidişatını iyi okumaktan geçiyor...
Özetin özeti: Boşa kürek çekmenin ve kendimizi kandırmaktan vazgeçmenin zamanı hâlâ gelmedi mi?..

***

Ergenekon Kumpası unutulacak mı / Güngör Mengi / Vatan

Yargıtay’ın “Ergenekon terör örgütü diye bir örgüt yoktur” kararı yıllarca sürdürülen Ergenekon davasının yok sayıldığını gösterdi.

İlker Başbuğ’un ancak Yüce Divan’da yargılanacağı, iddianamelerdeki delillerin sahte olduğu, hukuksuz tutuklama ve telefon dinlemeleri kesinlik kazandı.

Kısacası Ergenekon davasının tümüyle bir kurgu olduğu anlaşıldı.

Balyoz davasının da “orduya Cemaat kumpası” olduğu açıklandığına göre bu demektir ki ülke yıllarca kirli bir plan üzerine kurulmuş olaylarla meşgul edildi, yüzlerce insan sebepsizce hapis yattı, onların ve ailelerinin onuruyla oynandı.

Kumpas demek yetecek mi?

Ancak kanserin son evresindeyken tahliye edilen Kuddusi Okkır’ın eşi Sabriye Okkır yaşatılan zulme karşı “Ergenekon ailemi yıktı. Kumpasla eşimi katlettiler. Hesabını kim verecek” diyor. (Milliyet, 23 Nisan haberi)

Şimdi bin kez daha yargılama yapılsa artık hiç kimse bu iki davanın “Cumhuriyetçi insanları ve TSK’yı etkisiz kılmaya, karalamaya, acı çektirmeye yönelik bir kurgu olmadığına” inanmayacaktır.

Peki Sabriye Okkır’ın ve onun gibi yüzlerce mağdur ailenin sorusunun cevabı ne; bunların hesabını kim verecek?

Sadece birkaç hakim ve savcıyı tutuklamak, “kumpas” demekle bu yıllar süren acılar örtülecek mi?

Özkök unutulacak mı?

Bütün o kumpasların, terör örgütü üyesi gibi gösterilerek dinlenen saygın mağdurlarının “bu olayların arkasında hangi isimlerin olduğunu, kumpasçı polislerin ve diğer kurumların o yetkileri kimlerden aldığını, bulundukları noktalara nasıl getirildiklerini” öğrenme hakkı yok mu?

Mesela Balyoz davasında; o dönemin Genelkurmay Başkanı olan ve Yargıtay kararından sonra  “Birçok hata bu şekilde düzeltilmiş oldu” diyen, Balyoz’un da kumpas olduğu açıklandığında söyleyecek sözü kalmayan Hilmi Özkök yargı karşısına çıkıp “ordusuna yapılan kumpası neden göremediğini” anlatmayacak mı?

Yüzlerce masum insana komik denecek kadar anlamsız sorular sorduktan sonra tutukluluklarını sağlayan savcı Zekeriya Öz’ün nasıl olup da hakkındaki yakalama kararıyla aynı gün yurt dışına kaçmasına izin verildiği anlatılmayacak mı?

***

Altın Beraberlik / Güntekin Onay / Vatan

BEŞİKTAŞ kalesine maç boyunca toplam 1.5 tane atak yapan bir takımdan 3 gol yedi. Az kalsın 4.’yü de yiyordu. Toplam 1.5 atakla 4 gol yemeyi başaran ilk takım olarak tarihe geçecekti. Abartı falan yok. İyi mücadele etti ama ofansif anlamda gerçekten de gollük toplam 1.5 atak yaptı maç boyunca Akhisar...

EV sahibinin penaltının olduğu pozisyona kadar tek bir atağı yok. Alexis’in elle oynaması net penaltı. Doğru. Ancak gollük bir aksiyon veya pozisyon yok. Maç 1-1 oluyor. 2’nci golde kaybedilen top, güzel bir pas ve iyi bir koşu ile beceri dolu bir vuruş var. Zaten tek pozisyon da o. 3’üncü gol İsmail’in kısa düşen pası, Alexis’in anlamsızca topu kaleciye bırakması ve Tolga’nın  ile hatalar zinciri. 

RAKİPLER pozisyon bulamıyor, gol buluyor. Beşiktaş’ın kritik haftalarda son 3 maç yediği gol sayısı: 6. Bursa 2 kez gelmiş gol atmış, Sivas ise 1 kez. Beşiktaş biraz stresli lakin kötü oynamıyor. Oyunun kontrolünü rakiplere hiç vermiyor. Bunlar önemli artılar. Ancak bazı oyuncularda gereksiz ve anlamsız bir stres var. 3-2’den sonra Serdar ve Necip ağlıyor. Niye ağlıyorsun kardeşim? Kaybetsen bile 5 puan öndesin. Avantaj her türlü sende. Niye ağlıyorsun? 

***

Sanlı Sarıalioğlu / Yeni Yüzyıl

KORKARSAN korktuğun başına gelir. Maçın özeti aynen böyle... Şampiyonluk yolunda ilk şart, yüreğinin sağlam olması. Titreyerek oynarsan futbola ihanet edersin. Kör toplar gelir, tüm hesaplarını alt üst eder. O toplar yakar top olur. 14. dakikada atmışsın golünü... Akhisar’ın gardı düşmüş. Neden rakibin üzerine ısrarla gitmezsin. Var mı tek golün üstüne yatmak! Nerede o bolluk... Ucuz hesabın peşine düşersen tokadı yersin. Beşiktaş’ın yediği goller bu gafletlerin sonucudur. 

Yakışıyor mu? 

İlk yarıyı eşitlikle kapatmışsın. İkinci yarıya golle başlamışsın. Bundan daha büyük bir avantaj olur mu? Göz göre göre, “Ben şampiyonluğu istemiyorum” diyorsun. 2 kez öne geçmişsin. Koruma telaşıyla, panikle elin ayağın birbirine giriyor. Büyük takıma yakışacak görüntüler mi bunlar? Tribünde taraftarların coşkuyla seni destekliyor. Stadın zemini eskiye göre çok çok iyi... Ve sen böyle bir ortamda rakibine dişini geçiremiyorsun. Nerede Oğuzhan ve Sosa? Hani sizler kurtarıcıydınız? Neden taşın altına elinizi sokmadınız? Quaresma oynadığın süre içinde ne yaptın? Alexis, savunmada böylesine büyük hatalar yapılır mı? Sonradan oyuna giren Gökhan Töre... Beşiktaş senden çok şeyler bekliyor. Neredesin yine kayıpsın? Cenk beraberlik golünü atmasa, Beşiktaşlı, saçını başını iyice yolacak. Önümüzde 4 maçlık bir bölüm var. Bu köprünün altından daha çok sular akacak. F.Bahçe de Beşiktaş da puanlar kaybedecek. Bu yarış son ana kadar devam edecek.