Medya Arkası (16 nisan 2016)

Medya Arkası (16 nisan 2016)
Köşe yazarlarının bugünkü gündeminde Türkiye siyasetindeki gelişmeler ana konu olarak öne çıkıyor. MHP'deki kurultay süreci de yazarların dikkat çektiği konuların başında geliyor.

MHP’nin içine elini sokmaya meraklı ne çok mühendis varmış / Ertuğrul Özkök / Hürriyet

BAKIYORUM... AKP'de olup bitene gıkını çıkaramayan... Orada olup bitenlere Fransız kalan ne kadar köşe yazan varsa "Cambaza bak" telaşında... Hepsinin dili. eli, gözü MHP'nin içinde... Korkularından AKP'yi tutkalla yapıştırma yarışına girmiş ne kadar kalem varsa. MHP'yi o kadar bölme hevesinde... Hepsi MHP'ye kendi kafasındaki başkanı monte etme sevdasında. Arkadaş, o partinin bir genel başkanı var... Yılladır o makamda oturuyor, ne hırsızlığını gördük, ne uğursuzluğunu... Nedir bu öfke. bu siyasi mühendislik merakı, bu telaş yahu... Bırakın MHP kendi karar versin.

***

Meral Akşener’in ekonomi kurmayı Durmuş Yılmaz / Uğur Gürses / Hürriyet

Milliyetçi Hareket Partisi'nde kurultayda genel başkanlığa aday olan Meral Akşener, "Ekonomi kurmayım Durmuş Yılmaz" diyor.

1 Kasım seçimlerinde yeterli oyu alamadığı için seçilemeyen Durmuş Yılmaz, kurultay sürecine giren Milliyetçi Hareket Partisi’nde genel başkan adaylarından Meral Akşener’in ekonomi kurmayı olarak yer alıyor.


7 Haziran milletvekili seçimiyle siyasete atılarak Uşak’tan seçilen Merkez Bankası eski başkanı ve Cumhurbaşkanlığı eski danışmanı Durmuş Yılmaz, 1 Kasım’da seçilememişti. Cumhurbaşkanlığı’ndaki görev süresi dolduktan sonra doğru bildiğini söyleyen tutumu ile dikkat çekmişti.


7 Haziran seçimleri sonrasında da 80 milletvekili kazanan, ancak 1 Kasım seçiminde 40 milletvekiline düşen partide, bu sonuçları yine kendi üslubunca doğrudan genel merkezdeki parti yetkililerine değerlendiren Durmuş Yılmaz’ın, hoşgörülü bir karşılık bulamadığını öğrenmiştim.


Aradan bir süre geçtikten sonra, yaklaşan kurultay çalışmaları çerçevesinde il örgütlerini ziyaret eden Akşener’in neredeyse her gittiği ildeki fotoğraf karelerinde Durmuş Yılmaz yer alıyordu.


Durmuş Yılmaz’a bunu sormuştum. Akşener’in ekonomi kurmayı mı olmuştu? Yılmaz, kendisinin Türkiye’de iyi siyasete ve partisinin başarısı için destek vermeye çalıştığını söyledi. Bu sorunun yanıtı için Akşener’i gösterdi.


İŞ DÜNYASINA MESAJ


Akşener’le önceki gün konuşma fırsatım oldu. Bunu sordum; siz genel başkan olduğunuzda partinizin ekonomi kurmayı Durmuş Yılmaz mı olacak?
Akşener, il ziyaretlerine başladıklarında her yere Durmuş Yılmaz’la gittiklerini, her karede özellikle de görünmesini istediğini söyledi. “Yan yana yürümemizin nedeni şu; ben MHP’nin iktidara geleceğine inanıyorum. Bu yüzden, ekonominin kurmayı, patronu veya yönetici ne diyorsanız; bu kişinin Durmuş Yılmaz olduğunu özellikle herkese, iş dünyasına mesaj olarak göstermek istiyorum.”


Akşener, Durmuş Yılmaz’ın kendini ispatlamış biri olduğunu, iktidara geldiklerinde de ekonomiyi yüzde 6-7 büyüme, istihdamı artırma, orta gelir sarmalından çıkma ve 20 bin dolar kişi başı milli gelire ulaştırmak istediklerine işaret ederek, bu yolda ekonomi yönetiminde Durmuş Yılmaz’ın olacağını söyledi.


Akşener, kurultaydan genel başkan olarak çıktığında, teşkilatın da çok sevdiği Yılmaz’ın partide ekonomiden sorumlu genel başkan yardımcısı olacağını, iktidara geldiklerinde de Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı olacağını ifade etti.


GENÇLERE REHBER OLACAK


Akşener, Yılmaz’ın genç partililere de rehberlik edeceğini ekledi.


Peki, Yılmaz Akşener’in ekibine ne zaman katılmıştı?


Akşener, “Merkez Bankası başkanlığı döneminden bu yana tanıyan, izleyen ve takdir eden biriydim. Partimizden aday olduğunda da en çok sevinen ben oldum. Hatta Haziran seçimlerinde listeler açıklandığında da kendisini arayarak, beraber çalışmak istediğimi de söylemiştim.”


Akşener, Denizli, Uşak, Aksaray, Elazığ, Tekirdağ ve Kırklareli’ye birlikte gittiği Durmuş Yılmaz’ın, özel nedenlerle il gezilerine katılmaya ara verdiğini, ancak yakın zamanda tekrar kendisine katılacağını söyledi.

***

MHP’deki ses Bahçeli’nin gidiş sesi/ Okay Gönensin / Vatan

Söz ilk kez Tansu Çiller için kullanılmıştı. Çiller DYP’nin başına geçmek üzereyken “leydinin topuk sesleri” başlığı herkesin aklında kaldı. Şimdi “topuk sesleri” MHP’de Meral Akşener için kullanılıyor.

Çiller, parti içinde bir siyasi mücadeleyle genel başkan ve başbakan olmadı. Demirel Çiller’i o makamlara oturttu. Meral Akşener ise parti içinde gerçek bir siyasi mücadeleden çıkmak için çalışıyor.

Akşener’in topuk seslerinin kuvvetini henüz tespit etmek kolay değil. Bahçeyi görevini devretmemek için direniyor, ayrıca Akşener’in kuvvetli bir rakibi var, Ümit Özdağ.

“Milliyetçi toplumcu” hareketin “kurucu lideri” Alpaslan Türkeş’ten sonra Devlet Bahçeli oldukça uzun bir genel başkanlık dönemi geçirdi. Bahçeli döneminde MHP gerileme dönemleri de yaşadı, tırmanma ve iktidar ortaklığı da yaşadı.

Bahçeli geleneksel MHP hatlarında iki farklı tavrıyla dikkati çekti. Birisi Abdullah Öcalan’ın idam edilmemesi için hızla idamın kaldırılmasına verdiği destek oldu. Diğeri de ülkücü gençliği “sokak”tan çıkarmak oldu. Daha önce MHP’li gençlerin “yerine getirdiği görevler” uzun süredir BBP’li gençlerin elinde.

MHP şu anda zor bir dönem yaşıyor. Bunun temel nedeni de Ak Parti’nin MHP’ye siyaset alanı bırakmamasıdır. MHP’nin varlık nedeni olarak sayılabilecek siyasetleri son yıllarda Ak Parti elinde toplamıştır. Bunun için MHP’den Ak Parti’ye Tuğrul Türkeş gibi üst düzey geçişler de, alt düzey geçişler de doğal karşılanmaktadır.

Bahçeli’nin yerine aday olan Özdağ ve Akşener’in siyasi hatlarıyla ilgili, Bahçeli’ye göre bakış açısı farklarıyla ilgili fazla bir bilgi de bulunmuyor. MHP geleneğinde de açık tartışma yoktur. Akşener ile Özdağ arasındaki görüş farkları da belli değildir.

Ama belli olan Devlet Bahçeli’nin yerini korumasının aşırı zor olduğu ve MHP’nin genel başkanlığına Özdağ veya Akşener’in geleceğidir. Şunu da söylemek gerekir ki, MHP türü bir partide kadın genel başkan ilginç bir tecrübe olacaktır.

***

Tayyip Erdoğan’a Rıza Bey Mektubu / Uğur Dündar / Sözcü

17/25 Ara­lık ope­ras­yon­la­rın­dan bir yıl ön­ce…
Rı­za Sar­ra­f’­ın ka­ra pa­ra ak­la­dı­ğı­nı öne sü­ren bir ki­şi, elin­de­ki bel­ge­le­ri de ek­le­ye­rek du­ru­mu Cum­hur­baş­kan­lı­ğı’­na, Baş­ba­kan-­lı­k’a, Ma­li­ye Ba­kan­lı­ğı­na, MA­SA­K’­a (Ma­li Suç­la­rı Araş­tır­ma Ku­ru­lu) ve Mİ­T’­e (Mil­li İs­tih­ba­rat Teş­ki­la­tı)
bil­di­ri­yor.

*  *  *

Bun­lar­dan bir so­nuç ala­ma­yın­ca, otu­rup dö­ne­min Baş­ba­ka­nı Tay­yip Er­do­ğa­n’­a şim­di bir­lik­te oku­ya­ca­ğı­mız mek­tu­bu gön­de­ri­yor:

*  *  *

“Sev­gi­li Baş­ba­ka­nım ben (….)
Si­ze bu mek­tu­bu yaz­ma­mın bir va­tan­daş­lık gö­re­vi ol­du­ğu­nu dü­şün­düm.
11.12.2012 ta­ri­hin­de (17/25 Ara­lı­k’­tan bir yıl ön­ce-UD) Ma­li­ye Ba­kan­lı­ğı­’na bir ih­bar­da bu­lun­dum.
23428 ev­rak ka­yıt nu­ma­ra­lı bu dos­ya­nın ih­bar­cı­sı­yım.
Ma­li­ye Ba­kan­lı­ğı­’na yap­mış ol­du­ğum ih­bar­da, 30 mil­yar Eu­ro­’luk ka­yıt dı­şı pa­ra­nın be­yan edil­me­di­ğini gör­düm.
Bu pa­ray­la il­gi­li 405 say­fa­dan olu­şan he­sap eks­tre­le­ri­ni ve ban­ka ha­re­ket­le­ri­ni Ma­li­ye­’ye tes­lim ett­tim. Ay­nı dos­ya­nın bir ör­ne­ği­ni Cum­hur­baş­kan­lı­ğı, Baş­ba­kan­lık, MA­SAK ve Mİ­T’­e de gön­der­dim…

*  *  *

Ara­dan 11 ay geç­me­si­ne rağ­men bir so­nu­ca va­rı­la­ma­dı. Ma­li­ye in­ce­le­me­nin sür­dü­ğü­nü söy­le­yin­ce, ko­nu­yu 13 Ekim 2013 ta­ri­hin­de Ye­ni Şa­fak ga­ze­te­sin­de man­şet ha­ber ola­rak ya­yın­lat­tım.
Baş­ka bir ga­ze­te de bu ha­ber­le il­gi­li ola­rak be­nim­le gö­rüş­tü.
An­cak 2 ba­kan­la bir (AKP) Ge­nel Baş­kan Yar­dım­cı­sı, ga­ze­te­yi ara­ya­rak, ha­be­rin çık­ma­sı­nı en­gel­le­di…

*  *  *

Ben bu ko­nu­nun si­zin bil­gi­ni­zin dı­şın­da ol­du­ğu­nu dü­şün­dü­ğüm için siz­den ran­de­vu ta­lep et­tim, fa­kat ba­şa­rı­lı ola­ma­dım.
Çok yo­ğun ol­du­ğu­nu­zun far­kın­da­yım.
Ko­nu­nun da­ha son­ra şah­sı­nız ve par­ti­ni­zin yıp­ra­tıl­ma­sı ama­cıy­la kul­la­nı­la­bi­le­ce­ği­ni dü­şü­nü­yo­rum.
İlg­li­li isim­le­ri si­ze bil­dir­mem ge­re­ki­yor­sa ha­zı­rım.
Her­han­gi bir teh­dit al­ma­dım ama, can gü­ven­li­ği­min ol­ma­dı­ğı­nı be­lirt­mek is­ti­yo­rum.
Ay­rı­ca 1905 sa­yı­lı ka­nun ge­re­ği ih­bar­cı­lık hak­kı­mın öden­me­si­ni ta­lep edi­yo­rum.
Sev­gi ve se­lâ­met­le el­le­ri­niz­den öpe­rim…
(Adı,so­ya­dı, im­za­sı ve te­le­fon nu­ma­ra­sı)

*  *  *

Pe­ki bu mek­tup gön­de­ril­di­ği ad­re­se ulaş­tık­tan son­ra ne ya­pı­lı­yor?
Ko­ca­man bir ‘hi­ç’!…
Çok geç­me­den ade­ta ba­ğı­ra ba­ğı­ra 17/25 Ara­lık ope­ras­yon­la­rı ge­li­yor!..

***

Kapattıklarının yerine yenilerini açıyorlar / Saygı Öztürk / Sözcü

Terör, cinsel istismar derken eğitim konuları bazen geri planda kalıyor. Oysa ülkenin öncelikleri arasında hatta başında eğitim-öğretim olmadığı için bu olumsuzluklar yaşanıyor. Her öğretim yılında ders kitaplarının seçiminden uygulanacak programlara kadar her şey geriye götürülüyor. Artık okul işleri de neredeyse vakıflara bırakıldı.
Pazartesi günü TBMM hareketli olacak. Ankara ve İstanbul’da meydana gelen dört ayrı terör saldırısı öncesi gerekli önlemlerin alınmadığı iddiasıyla İçişleri Bakanı Efkan Ala hakkında verilen gensoru görüşülecek. Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı hakkında gensoru verilmesinin gerekçesi ise “Eğitim ve öğretim faaliyetlerinin niteliğini düşürdüğü ve çocuklara yönelik istismar vakalarının artmasına neden olduğu” olarak gösteriliyor. Sonuç belli: Efkan Ala olayları önleyemediği, Nabi Avcı çocuklara yönelik istismar vakaları arttığı için AKP’li milletvekilleri tarafından tebrik edilecek ve bunun için uzun kuyruklar oluşturacaktır.

GÜLEN OKULLARININ YERİNE

Son dönemin modası her şeyi “cemaatin üzerine yıkmak” olarak gelişti. Eğitim sisteminin aksaklıklarını da “Paralel Devlet Yapılanması”na bağlayabilirler. Hükümet, bir yandan cemaat okullarını kapatırken, etkisiz hale getirirken, bir yandan da kendi okullarını oluşturmanın peşinde… Bunun için vakıflar kuruluyor, okullar açılıyor, bazı okul zincirleri hükümete yakın gruplar tarafından alınıyor. Berat Albayrak’ın Nun, Ensar Vakfı’nın Çınar, Huma Vakfı’nın okulları yayılıyor, TÜRGEV ve Diyanet Vakfı da
cemaat yurtlarının yerini devlet imkanlarıyla yurtlar açarak sürdürüyor.
Özel okulları kontrol altında tutabilmek için bağlı olduğu genel müdürlüğe, daire başkanlıklarına da haksız-hukuksuz bir biçimde atamalar, görevlendirmeler yapılıyor. İstanbul Milli Eğitim Müdürü Muammer Yıldız görevinden alınırken Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı’na atanacağını sanıyordu. Ancak bir ayak oyunuyla Kurul
Başkanlığı gibi etkili görev yerine, müsteşar yardımcısı yapıldı.
Peki İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü’ne kim getirildi? 3 ay memuriyeti olduğu için Özel Öğretim Kurumları Genel Müdürlüğü’ne asaleten atanamayan Ömer Faruk Yelkenci, yıllarca genel müdürlüğe vekalet etti. Şimdi de İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü’ne atandı. Önemli bir özelliğinin olduğunu sanırsınız. Doğru, çünkü kendisi özel bir okul zincirinin kurucusu ve yayınevi sahibidir. Tabii ki İslami bazı vakıflarla da içli-dışlıdır. Milli Eğitim Bakanlığı’nda atamalarda yalnız dinci vakıfların değil AKP ile birlikte büyüyen Eğitim Bir Sen’in hayli etkili olduğu da biliniyor.

***

İstanbul İşgal Altında / Ataol Behramoğlu / Cumhuriyet

İstanbul’u görmemiş ya da semtlerini, caddelerini yeterince tanımayan okurlarımdan özür dileyerek işgal altında bir günün öyküsünü paylaşmak istiyorum.
Perşembe günü öğleden sonraki bir saatte bir toplantıdan Beşiktaş’taki evime dönmek üzere arabayla Tophane yokuşundan “Meclis-i Mebusan” Caddesi’ne indim.. 
Karaköy - Kabataş arasındaki bu caddede trafik çoğu zaman sıkıntılıdır. Fakat o saatte bu kadarı fazlaydı. Bir kilometreden çok tutmayacak yolu en az yarım saatte aşarak Kabataş İskelesi yakınlarına ulaştığımda yolun kapatılmış olduğunu, genç bir trafik polisinin arabaları gerisin geriye yönlendirmekte olduğunu gördüm… 
İster istemez dönerken bir an polisin yanında durarak caddenin kapatıldığını gösteren bir uyarı levhasının daha gerideki bir yere neden konulmadığını, işkence olsun diye mi boşu boşuna bu kadar sıkıntıya sokulduğumuzu sormayı düşündüm, fakat birbirini yapışırcasına izleyen araba akışı nedeniyle bu olanaksızdı. Yine ister istemez, çobanın yönetimindeki sürünün bir bireyi olarak yönlendirildiğimiz yöne doğru devam ettim… 
Kargacık burgacık ve ürkütücü diklikte dönemeçler ve yokuşlar aşarak arka sokaklardan Gümüşsuyu’na ulaşmayı başardığımda bu kez Dolmabahçe yönünde geçilmez trafik yoğunluğuyla karşılaştım. 
Taksim yönüne döndüm… Bir zamanların AKM’sinin şimdiki hayaletinin önünden geçip Gezi Parkı’nın arkasındaki caddeden yüz metre kadar aşağıya güç bela ulaştığımda ise orada da Dolmabahçe’ye inen caddenin kapatılmış olduğunu, Maçka’ya doğru da geçit verilmediğini görerek yine ister istemez Elmadağ yönüne saptım… 
Ve o zaman gerçekten de işgal altında bir şehirde olduğum duygusunu yaşamaya başladım… Bütün girişler, köşe başları polislerce tutulmuştu… Arabalar kaplumbağa hızıyla ilerlemekteydi… Elmadağ’dan Valikonağı Caddesi’ne en yoğun trafik akışında on - on beş dakikada geçilebilecek mesafeyi aşmam bir saati bulmuş olmalıdır… 
Sonrasında gece işkencesi başladı… 
“BirGün” gazetesinin Asmalımescit’teki kutlama yemeğine katılmak üzere eşimle çıktık… 
En kolay yolun otobüsle Taksim’e gidip oradan metroyla Asmalımescit’e ulaşmak olduğuna karar vererek Beşiktaş’ta otobüse bindik. Gümüşsuyu yokuşuna kadar olan mesafeyi oldukça rahat geçtikten sonra otobüs AKM yakınlarında durdu ve şoför ayağa kalkarak yolculara yolun ileriye doğru kapalı olduğunu bildirdi… 
Bir süre yürüyerek ulaştığımız Taksim Meydanı sözcüğün tam ve gerçek anlamıyla felç olmuştu… Zincirleme bir kaza olmuşçasına bütün her yerde arabalar birbirine girmiş, kimileri sanırım farklı yollardan kaçmaya çalışırken ters yönlere dönüp öylece kalmışlardı… Bir deprem sonrası ya da az önce bombalanmış bir kent görünümüydü bu… 
Böyle rezil ve zavallı bir görünümle yaşamım boyunca ne kendi ülkemizde ne başka bir ülkede hiçbir zaman karşılaşmadım… 
Alanın tam ortasındaki metro girişine yaklaştığımızda çevresinin bariyerle kapatılmış ve üzerine de beton dökülmüş olduğunu görmek şaşkınlıktan da öte bir duyguydu…
Sonunda ulaşabildiğimiz Asmalımescit’ten bu kez taksiyle Beşiktaş’a dönüş pek fazla güç olmadıysa da Beşiktaş Caddesi’nden Kadıköy Vapur İskelesi’ne açılan sokak, oraya birkaç yıl önce kondurulan bilmem ne otelinin önünde, araçlara ve yaya geçişine çoğu kez olduğu gibi yine kapalıydı… Barbaros Bulvarı girişindeki trafik ışıklarının iki yanı ise karşıya geçmek için bekleşen yayalarla doluydu… Polis taksinin daha ileri gitmesine izin vermedi ve biz de bekleşen yaya kalabalığına katıldığımızda mesele anlaşıldı… Geçiş izni yoktu… Az sonra onun nedeni de anlaşıldı… Kulak tırmalayan siren çığlıkları eşliğinde ve gerçekten de bir işgal ordusu konvoyu gibi, siyah, zırhlı araçlar, göz kamaştıran yanar döner ışıklar saçarak art arda ve hızla geçmeye başladılar… 
Bu cehennem görüntüsü de sona erdi ve geçiş izni verildi.
Ülkede cehennem ise sona ermiş değil…

***

Batı’ya giderken Doğu’ya varmak / Ali Sirmen / Cumhuriyet

Cumhuriyet dünkü manşetinde, Avrupa Parlamentosu ile ABD’nin Türkiye ile ilgili raporlarında dile getirilen eleştirilere yer veriyor ve ülkemizin Batı’dan kopmakta olduğunu belirtiyordu. 
Ne gariptir ki, asıl amacının Türkiye’yi Batı ittifakından koparmak olduğu bugün artık herkesçe kabul edilen Erdoğan iktidarı, 21. yüzyıla girerken emperyalizmin yalnızca Ortadoğu’yla sınırlı kalmayıp bütün dünya ile ilgili vizyonuna, uyum sağlaması amacıyla, ABD’deki neo-con, Yahudi lobisi ve CIA sacayağının ortaklaşa dizayn ettikleri bir modeldir. 
Modelin başta çok başarılı olduğu sanılmış, yıldızı Tayyip Bey uluslararası bir “örnek”olarak parlatılmıştır. 
Tayyip Erdoğan’ın yıldızı olduğu, “ılımlı İslam” modeli dört temel esas üzerine bina edilmişti. 
Özde kapitalist sistemle bağdaşma, onun gereği olan demokrasinin ana ilke ve kurumlarını, çoğulculuğu dışlamakla birlikte, kabul etme, ABD’nin evrensel emellerine ayak uydurma, zaman içinde ters tepen bir silah haline geldiği anlaşılmış olan radikal İslamı reddetme ve onunla savaşta kendine düşen işlevi yerine getirme, bunların doğal sonucu olarak, BOP’ta üzerine düşen rolü başarıyla oynama. 
Necmettin Erbakan’ın İslamcı geleneğinden gelirken bir yerde “Milli Görüş”gömleğini çıkardığını söyleyerek, CIA’nın ve pek aklı evvel Atlantik ötesi teorisyenlerinin yıllardır çatısını çatmaya uğraştıkları modelin aktörlüğüne adaylığını açıklıyorlardı Tayyip Bey ve takımı.

***

Başlangıçta, işler yolunda gidiyordu. Washington ve Brüksel arasında mekik dokuyan Tayyip Bey Batı’ya doğru, pupa yelken yol alıyordu. 
Gerçi kimileri, Tayyip Bey’in aslında Doğu’ya varmak amacıyla Batı’ya yelken açanKristof Colomb’a benzediğini söylüyorlardı, ama nafile. 
Karşılarındakiler onları niyet okuyuculuğuyla suçluyorlardı. Çeşitli İslam modellerinin içinde imbikten süzülmüş olan “ılımlı İslam” modelinin işlerliği tartışılmazdı. 
“Tayyip Bey’in gizli gündemi” jakoben Kemalist yakıştırmasıydı. 
Hem Tayyip Bey, Batı’nın tam aradığı “ılımlı İslam”dı. Batı’nın içinde yer almakta ısrarcı olmuyor, kendisine biçilen eşikte bekleyen bekçi rolüne rıza gösteriyordu. 
Aslında bu ortamda Tayyip Bey, Mustafa Kemal Türkiye’sinde İhvancı yaklaşımı benimseyen bir sistemi egemen kılacak yeni dengeleri oluştururken sonradan“paralelci yapı” diye düşman ilan edeceği güçle işbirliği yaparak, her şeyi allak bullak etme operasyonunu, vesayeti tasfiye sloganı arkasında sürdürürken bol bol da alkış alıyordu. 
12 Eylül 2010 referandumuyla HSYK aracılığıyla yargı bağımsızlığının son kırıntılarının da yok edilmesiyle tamamlanan tasfiye operasyonu ile laiklik, demokrasi hukuk devletinin tasfiyesi, eskisinden beter, yeni bir vesayet sisteminin kurulması kimseyi rahatsız etmiyordu başlangıçta.

***

Ama zamanla Tayyip Bey’in dünyaya da, bölgeye de, ülkeye de İhvancı bir bakışla yaklaştığı anlaşılmaya, gerçekte, kapitalist sistemin işleyişini güvenceye alacak ölçüyle de sınırlı olsa, demokrasi tramvayında daha çok yolculuk etmeye katlanamayacağı, sonunda talip olduğu rolü oynama kabiliyeti ve niyeti olmadığı ortaya çıktı. 
Tayyip Bey’in İhvancı İslamı ile Batı’nın ılımlı İslamının aynı şeyler olmadığı anlaşıldı. İhvancı İslamın radikal İslamın terörünün hiçbir türüyle mücadele etmeyeceği yaşanarak görüldü. Çünkü böyle bir davranış İhvancı İslamın fıtratında yoktu. 
Bütün bu gerçekler görüldükten sonra, ABD ve AB’nin Türkiye’deki rejim, yani Tayyip Bey’e yönelik eleştirileri artmaya başladı. 
Batı ile İhvancı Tayyip Bey arasındaki ayrılık, ayrıntıda değil esastadır ve Türkiye’deki İhvancı iktidarın Batı’dan kopuşu geri dönülmez noktaya gelmiştir. 
Tayyip Bey, Batı’ya yelken açarak başlattığı Doğu yolculuğunda “menzili maksudu”na varmak üzeredir. 
Haydi hayırlısı!

***

Zorunlu Hatırlatma / Melih Aşık / Milliyet

CHP Lideri Kılıçdaroğlu’nun Türkiye’de tarikat ve cemaatlerin 10 binden fazla kaçak yurt ve ev açtığı sözlerine dün yer vermiştik. Bu kaçak yurtların, üç yıl önce kanunlardaki cezaların kaldırılmasıyla AKP tarafından teşvik edildiğini de kaydettik.
Çuvaldızı AKP’ye, iğneyi Kemal Bey’e batıralım...
Örneğin bu kaçak yurtlar 10 bine ulaşıncaya kadar Kemal Bey’in haberi olmadı mı?
Kaçak yurtlara onay veren yasa çıkarılırken bir itirazı oldu mu? 
Arşivi taradık, hayır olmamış.
Kemal Bey’in 2010 yılında Almanya’da verdiği demeç hatırlardadır:
- Türkiye’de laiklik tehlikededir diyemem...
AKP laikliğin altını üstüne getiriyor. Kemal Bey hâlâ eski görüşünde...
Üniversitede türbanın önüne açtı. Türban oradan ilkokula, anaokuluna kadar indi. Devlet dairelerine, Meclis’e, yargıya girdi. Kemal Bey’in sesi sedası çıkmadı. 
Kemal Bey 4 + 4 yasasının sadece ihalelerle ilgili bölümünü eleştirdi. Yasa görüşülürken milletvekillerine “Laiklik vurgusu yapmayın” talimatını verdi. 
Çocukların normal okullardan imam hatip okullarına zorla kaydırılmasına ses çıkarmadı. 
Gülen Cemaati’nin “ışık evleri” kaçaktı. Kemal Bey bir kez olsun o kaçak yurtları eleştirmedi. Tarikat ve cemaatleri siyasete karışmadıkça desteklediğini açıkladı. Eğitime karışmalarına ses çıkarmadı!
Kemal Bey bugün tarikat yurtlarına isyan ederken sormak gerekiyor...
 Daha önce nerelerdeydiniz...

***

İki baba ve ölü kız çocuğu / Işıl Cinmen / Yeni Yüzyıl

Özgecan’ın babası Mehmet Aslan, Cansel’in babasının “Kusura bakmayın ben o kadar nesebi geniş bir insan değilim” sözlerine karşılık kısa bir hikaye anlattı. ‘Biz’ ne zaman bu hikayeyi iliklerimize kadar kavrarız, bu acılar ancak o gün son bulur


Cansel’in babası Mustafa Kınalı, “Kusura bakmayın ben Özgecan’ın babası kadar nesebi geniş bir insan değilim” dediği için özür diledi. 
Acısı büyük, özrü geçerlidir.
Ama biz geri kalanlar, özürden önceki cümlede kalalım. 
Çünkü refleks orada, gerçek orada, neden orada, sonuç orada. 
Her Allah’ın günü yeni bir cinayete uyanıyoruz.
Her Allah’ın günü bu ülkede insanlar öldürülüyor, kadınlar ya da çocuklar tecavüze uğruyor, şiddet görüyor ya da intihar ediyor.
Bu iş ‘münferit’ olmaktan çıkalı çok oldu; şiddet sarmalı her tarafı sardı.
Bir yerlerde fena bir hastalık var. 
Erkeklere bulaşıp önüne geleni öldürüyor.
Biz onu teşhis etmedikçe, adını koymadıkça o yayıldıkça yayılıyor.