Medya Arkası (25 Nisan 2016)

Medya Arkası (25 Nisan 2016)
Köşe yazarlarının bugünkü yazılarında anayasa tartışmaları ve siyasetteki güncel gelişmeler vardı.

Japon Yapıştırıcısı / Mesut Parlak / Sözcü

Ülkemizde her şey giderek ilginç olmaya başladı. Halk arasında “gelen gideni aratır” derler ama bizim siyasilerin gitme adetleri yoktur. Göreve gelenler yıllarca gitmek istemezler. Görevdeyken her şey güllük gülistanlık olup, görevden ayrılınca her şey tu kaka olur…
Bir parti kurultayı yapılır, seçilen genel başkan duygusal bir teşekkür konuşması yapar, bitirirken de şöyle der; değerli arkadaşlarım sizlere şunun da sözünü veriyorum “BAŞARAMAZSAM GİDERİM”! Hiç gideni gördünüz mü?
Değerli okurlar; siyasilerin günahını almamak lazım, zira oturdukları koltuklarda “JAPON YAPIŞTIRICI” var. Bir türlü kalkamıyorlar. Ülke genelinde en çok Japon yapıştırıcı nerede satılıyor diye sorarsanız “ANKARA” çıkar.
Uzun süre yatalak hastalarda, kalça ve sırtta yaralar açılmaması için “HAVALI” yataklar kullanılır. Koltuklarından kalkmayan siyasilere de “HAVALI KOLTUK” lar yapılamaz mı? Allah korusun ülke için üstün hizmetler verirken kalçalarda çok oturmaya bağlı sıkıntılar olmasın! Ülkemizdeki bu denli, olumsuzluklar yaşanmasına karşın istifa eden bir sorumlu gördünüz mü? Hayır… Halkımız diyor ki, bizimkiler “AŞILI”.

BİR DE UYGAR DÜNYAYA BAKIN…

Uygar dünyaya baktığımızda ise, bazı politikacıların; uçak biletlerini devletin parasıyla aldıkları ortaya çıkınca istifa ettikleri görülür. Japon mühendisin, Körfez Köprüsü inşaatında tel koptuğunda intihar ettiği görülür.
Avrupa’da bir ülkede terör can alır. Başbakan ve bakanların istifa ettiği görülür. Bir ülke düşünün, tüm kötü gidişe rağmen birçok seçimde iktidar oyları yükseliyor. Buna karşın muhalefetin oyları düşüyor. Demokratik hiçbir ülkede böyle bir örnek var mı? Soruyorum; bunu başaran muhalefet partileri “NOBEL“i hak etmiyorlar mı? Son zamanlarda, Türkiye’nin geleceğini çok yakından ilgilendiren siyasi partide sıkıntılı bir tablo yaşanıyor.
Adı Milliyetçi Hareket Partisi…
Sayın Bahçeli, rahmetli Türkeş’ten sonra aldığınız genel başkanlık bayrağını 7 Haziran seçimlerine kadar başarısızlıklar olsa da büyük bir olgunlukla taşıdınız. Göreve gelir gelmez kısa sürede parti tabanını sokaktan aldınız. Bu, hem ülke hem de parti için çok önemliydi. Yıllardır ciddi, istikrarlı bir görev insanı olarak hizmet ettiniz. Adınız gibi, “DEVLET ADAMI” oldunuz. Türk halkına ve bulunduğunuz makama saygınızdan dolayı, bir gün bile kravatsız olarak halkın karşısına çıkmadınız.

“HAREKET” YOK, “SESSİZLİK” VAR!

Sayın Bahçeli, size gönül vermiş insanların sesini sizinle paylaşmak istiyorum. Taban artık genel başkanlarının yorulduğunu ifade ediyor. 7 Haziran seçimleri sonucunda yorgunluğunuz iyice ortaya çıktı. Kurulacak koalisyona katılmadınız ve başbakanlık önerisine bile “Hayır” dediniz. Bunun sonunda halk size ikinci sarıdan kırmızı değil, direkt “KIRMIZI KART” gösterdi. Ne mi oldu? Milletvekili sayınız 40’a düştü. Bu düşüş AKP iktidarının da devamını sağladı.
Genel başkan olarak salı günleri, grup toplantısında “camdan” okuduğunuz konuşmalarda dinleyicilerin yüzlerinde umutsuzluk ve mutsuzluğu görmenizi isterim. Adında, “hareket” olan bir partinin son zamanlara kadar içinde büyük bir sessizlik vardı. Nasıl ki, genel başkan adayları kafa kaldırdılar, MHP üst yönetiminde büyük bir rahatsızlık başladı. Başlayan bu tablo, AKP’yi çok mutlu etti. Zaten anında yandaş medyanın sizin yanınızda yer almasından AKP’nin bu mutluluğunu anlamadınız mı?

SİYASİ TARİHE ADINIZI YAZDIRIN

Rahmetli Türkeş’ten sonra siz bu partiye yıllarca emek verip, bu günlere taşıdınız. Bir muhalefet partisi genel başkanı, başbakanlık önerisini kabul etmiyorsa artık o partinin genel başkanı olarak kalamaz. Ağabeylik yaparak partinin önünü açmalısınız. Eğer bunu yapmazsanız, sonbaharda yapılacak baskın bir erken seçimde partiyi baraj altına itersiniz. Gelin bu durumlara izin vermeyin. Demokrasiye gönül vermiş insanlara, tabanınıza “devlet” devlete zarar veriyor dedirtmeyin. Siyasi tarihe “devlet” olarak geçin. Siz emaneti bırakırsanız, Türk siyasi yaşamında, ülkenin geleceği için çok büyük güzellikler olacaktır.
Sayın Bahçeli, gelin Türkiye siyasetinin yeniden şekillenmesi ve önünün aydınlığa açılması için, görevi siz bırakın. Yapılacak kongrede aday olmadığınızı açıklayın. İkinci “BAŞBUĞ” olarak siyasi tarihe adınızı yazdırın.
Sayın genel başkan, insan kendi büyüttüğü yavrusunun zarar görmesini istemez. Bu yavruya emekler verdiniz ve bugünlere taşıdınız. Bu yuvadan köprüleri atarak gitmeyin, zira siz bu tür gidişi hak edecek bir insan değilsiniz.

Son söz: İnsan bazen kendini de okumalı, hatta yargılamalı.


Cüppeli Ahmet bir hastadır / Ahmet Hakan / Hürriyet

CÜPPELİ Ahmet, çocukların katıldıkları 23 Nisan törenlerine kafayı takmış.

*

Demiş ki:“Çoluk çocuğu baldır bacak çıplak vaziyette stadyumlarda dolaştırarak, bütün erkekleri onlara baktırarak, kimin oğlu, kimin kızı belli değil, sarmaş dolaş dans yaptırarak yetiştirdiniz.”

*

Ancak hastalıklı bir insanın zihninde “çoluk çocuk” sözü ile “baldır bacak çıplak” sözü, aynı anda belirebilir.

Cüppeli Ahmet işte bu açıdan hastalıklı bir zihne sahiptir.

*

Ancak hastalıklı bir insan 10 küçük erkek çocuğuna tecavüz edilen ortamı görmezden gelip 23 Nisan şenliklerine dil uzatabilir.

Cüppeli Ahmet bu açıdan da hastalıklı bir zihne sahiptir.

*

“Cinsel uzuvlar için okunması gereken ayetler” diye kitap yazan bu hasta adam için, “Hastalıklı bir beyin için okunması gereken ayetler” diye bir kitap yazmayı düşünüyorum.Belki şifa bulur.

***

Paralel davası Ergenekonlaşır mı / Mehmet Tezkan / Milliyet

Önemli soru şu..İki yıl sonra.. Üç yıl sonra..
Yargıtay’dan Paralel Yapı davası için de benzer bir karar çıkar mı?
Paralel davası da hem usulden hem esastan bozulur mu?


Yargıtay, paralel davası için de böyle yargılama olmaz der mi?
Kısaca.. Paralel’in sonu da Ergenekon gibi olur mu, olmaz mı?
***
Bıçak sırtı bi’ durum var..
Eğer..
- Paralel yapının 
üzerine sağlam delillerle gidilirse.. Davalar kurdukları tezgâh, kumpas üzerinden yürürse..
- Ürettikleri belgeler, sahte tanık tezgâhları, yasadışı dinlemeleri, hukuk dışı uygulamaları temel alınırsa..
- Her olay, her iddia ayrı bir davanın konusu olursa..
- İddianamelere özen gösterilirse.. ‘Kopyala yapıştır’ yöntemiyle hazırlanmazsa..
- Devlet içindeki örgütlenme net biçimde oraya koyulursa..
- Soruşturma  sırasında hukuk ihlâl edilmezse..
- Dava sürecinde usul hataları yapılmazsa..
- Savunmaya yeteri kadar söz verilirse..
- Kısaca Paralel’le mücadelede hukuk dışına çıkılmazsa.. 
Paralel’in sonu Ergenekon davası gibi olmaz..
***
Eğer..
- Ergenekon’da olduğu gibi torbalama yöntemine gidilirse, önüne gelen içine atılırsa..
- Alakasız olayların iddianameleri tek davada birleştirilirse..
- Ergenekon’da olduğu gibi, birbiriyle ilişkisi olmayan kişiler yan yana sanık sandalyesine oturtulursa..
- Yasa dışı telefon dinlemeleri yapılırsa..
- Paralelcilerin yaptığı gibi sahte tanıklarla dava yürütülürse..
- Delile değil, vicdani kanaate dayalı  mahkumiyet  verilirse..
Paralel’in sonu Ergenekon davası gibi olur.. 

Dokunulmazlık tutuklansınlar diye kaldırılacak!
Dokunulmazlıkları kaldıran Anayasa değişikliği bu hafta Meclis’in gündemine gelecek..
Birinci soru şu..
Dokunulmazlıklar kalkar mı? Yani Meclis’ten Anayasa değişikliği için gerekli oy çıkar mı?

***

AKP’de Veliaht kim? / Zeynep Gürcanlı / Sözcü

Ankara’da perde önünde MHP/kongre kargaşası yaşanırken…
Perde gerisinde ise benzer bir iç karışıklık AKP’ye hakim durumda.
AKP’de uzun vadede “veliaht” belli… Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın damadı Berat Albayrak, hem parti içinde, hem devlet işleyişinde giderek etkinliğini artırıyor.
Asıl sorun “kısa vadede” potansiyel lider adayının kim olduğu üzerinde düğümleniyor.
AKP’de, “Davutoğlu sonrası” konuşulurken, akla gelen ilk isim Binali Yıldırım olurdu.
Ancak oğlunun kumar macerasının ardından Yıldırım’ın ismi bir anda kulislerden silindi.
Öne çıkan başka isimler var…
En çok telaffuz edilen isim ise Mustafa Şentop.
Şentop, son dönemde özellikle başkanlık sistemini içeren yeni anayasa konusunda çok öne çıkmıştı.
Halen TBMM’de Anayasa Komisyonu Başkanı olarak görev yapan Şentop’un adı daha önce de bakanlık için geçmiş ancak Davutoğlu cephesinden vize alamamıştı.
Davutoğlu ile mesafeli ilişkisine rağmen Şentop, Saray’da önemsenen isimler arasında anılıyor.

***

İlker Başbuğ’un tiyatro oyunu / Ali Eyüpoğlu / Milliyet

İlker Başbuğ, yazdığı tiyatro oyunu, profesyonel bir ekip tarafından sahnelenecek Türkiye’nin ilk Genelkurmay Başkanı mıdır bilmiyorum? Ama hepimiz şunu biliyoruz:
İlker Başbuğ, “Terör örgütü yöneticisi olmak ve darbeye teşebbüs” iddiasıyla özel mahkemede yargılanarak hapse atılan Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk eski Genelkurmay Başkanı’dır.
Anayasa Mahkemesi’nin verdiği kararla hapisten çıkan Başbuğ’un ceza aldığı Ergenekon davası ise Yargıtay’ın adeta “Hukuk dersine giriş” kararıyla hem usulden, hem esastan bozuldu. İlker Başbuğ’un haksız yere yattığı cezaevi günlerinden yanına kalan tek kar; yazdığı iki Atatürk kitabı oldu. “20. Yüzyılın En Büyük Lideri Mustafa Kemal” adlı iki kitapİlker Başbuğ ve bir ara televizyonlarda sunuculuk da yapan yazar Melike İlgün’ün ortak çalışmasıyla tiyatro oyununa dönüştü.
Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nin tiyatro sezonunda sahneye koyacağı “Mucize” adlı oyun, Türklerin Kurtuluş Savaşı’nı nasıl kazandığını gözler önüne serecek.
Oyunla ilgili bilgi aldığım Müjdat Gezen, İlker Başbuğ ile Melike İlgün’ün yazdığı tiyatro oyununu, bir yılda 17 ödül kazanmış başarılı yönetmen Emel Mestçi’nin sahneleyeceğini söyledi.
Toplam 51 oyuncunun görev alacağı “Mucize”de oynayacak isimlerden bir kısmı ise şöyle:
Şebnem Özinal, Ferdi Merter, Atilla Sarıkayalı, Cem Bana, İdil Trabzonlu, Mert Egemen, Nuri Serdar Murat, Barış Taşkın, Serhat Kaplan, Oğulcan İnal, Özgür Özgülgün, Cemil Aydoğdu, Murat Kurt, Sonat Tokuç, Kemal Karaağaç, Orçun Oran, Emre Ertan, Emir Akköse, Cihan Berk Rüzgar ve Ufuk Öztoprak.

***

Kendi yurdunda mülteci olmak… / Erdal Atabek / Cumhuriyet

Suriyeli mültecilere bakıyorum. 
Kentlere serpilmişler. Bir erkek, bir kadın, üç çocuk. 
Sığınmışlar. Çaresizler. El açıp yardım bekliyorlar. 
Mülteci olmak. Sığınmacılık. Başka bir yerde yaşamaya çalışmak. 
Acıyorum. Kızıyorum. 
“Neden ülkenizde kalıp dövüşmediniz?” diyorum içimden. 
Ülkenizde kalsaydınız. Orada sıkıntı çekseydiniz. 
Dövüşseydiniz, savaşsaydınız. 
“Bakın bize” diyorum içimden. 
Biz dövüştük, savaştık, yurdumuzu düşmandan kurtardık. 
Ülkemizin sahibi olduk. 
Bakın bize. 
Ve bakıyorlar ‘mülteciler’. 
Çaresiz, büyümüş gözlerle bakıyorlar. 
Birden aklıma ateş düşmüş gibi irkiliyorum. 
Biz gerçekten de ülkemizin sahibi mi olduk? 
Ülkemizin gerçek sahipleri biz miyiz? 
Duralıyorum. 
23 Nisan törenleri artık yapılmıyor. 
19 Mayıs’lar bir bahane bulunarak geçiştiriliyor. 
29 Ekim’ler gene Kurtuluş Bayramı sayılıyor mu? 
Neden bugünlerde benim insanlarım Anıtkabir’e koşuyor? 
Benim insanlarım Atatürk’e mi sığınıyor? 
Benim insanlarım kendi yurdunda ‘mülteci’ mi oldu?
Yoksa biz farkına mı varamıyoruz kendi durumumuzun? 
Atatürk’e sığınan mülteciler mi olduk? 
Kendi yurdumuzda? 
Kendi yurdunda mülteci olmak, böyle bir şey olmalı.

***

1919-1923. Ülkemizi gerçekten de kurtarmıştık. 
İngilizler. Fransızlar. İtalyanlar. Yunanlılar. 
Hepsini yenmiştik. Çekip gitmişlerdi. 
Mustafa Kemal Atatürk. Yanındaki bir avuç insanla dünya tarihini değiştirmişti. 
Lloyd George (İngiltere Başbakanı) giderken şöyle demişti: 
“Şimdi gidiyoruz ama bizden para isteyince hepsini geri alacağız.” 
Atatürk ve İsmet İnönü ondan para istemediler. 
Ama onlardan sonra iktidara geçenlerin hepsi ‘onlardan para istediler’. 
Onlar da ülkenin her şeyini birer birer geri aldılar. 
Menderes, Demirel, Özal, Erdoğan. Aynı zincirin farklı halkaları. 
Ama hepsi dışa bağımlı. Dış sermayenin içerideki iktidarları. 
Artık madenleriniz, bankalarınız, şirketleriniz, limanlarınız sizin değil. 
Son iktidar, AKP iktidarı Arap ülkelerini de sahipler arasına kattı. 
Ülkeniz artık sizin değil. 
Ülkenizin coğrafyasında yaşıyorsunuz. 
Tarihiniz bile elinizden alınıyor. 
Dürüstlüğünüz çoktan yerle bir oldu. 
Yalanlarla yaşamaya alıştırıldınız. 
Size yalan söylüyorlar, homurdanıyorsunuz. 
Hırsızları görüyorsunuz, elinizden bir şey gelmiyor. 
Ordunuzu hapse tıktılar. Öyle bakıp kaldınız. 
İş bitti. Dava düştü. O davanın sahipleri başınızda. Aldırmıyorsunuz. 
Aslında size de yazık oldu. Ama asıl olan memlekete oldu. 
Uygarlığa yönelen yolunuz tıkandı. Önünüz kapandı. 
Bunu dindarlar yapmadı, yanılmayın. 
Dini kullanan fırsatçılar yaptı. 
Elbette hedefleri vardı, elbette planları vardı.
Atatürk Cumhuriyeti’ni yıkmaya karar vermişlerdi. 
Ulus olmak, ulus-devlet, emperyalist politikaların önündeki engeldi. 
Dini kullanan fırsatçılarla birleşerek bu engeli yıkmaya karar verdiler. 
Uluslararası sermaye işte bu hedef için çalışıyor. 
Ülkemizi elimizden bunun için alıyorlar. 
Biz artık kendi yurdumuzda sığınmacı olmaya zorlanıyoruz. 
Ama yanılmayalım. 
Atatürk’e sığınmaya çalışmayalım. 
Atatürk bizi kabul etmez. 
“Kalkın” der, “ayağa kalkın, birleşin, savaşın, yurdumuzu kurtarın”. 
“Eğer bana gelecekseniz bu yurdu kurtardıktan sonra gelin.” 
Ben Mustafa Kemal’i dinliyorum...

***

Obama'da mı kandırdı / Murat Yekin / Hürriyet

Bir yanda şu söz var: "Bugünün dünyasında mültecilere nasıl davranılması gerektiğine en iyi örnek Türkiye'dir".

Bu sözün sahibi Avrupa Birliği (AB) Konseyi Başkanı Donald Tusk.

Tusk, 23 Nisan’da diğer AB yetkilileri ve Almanya Başbakanı Angela Merkel ile Gaziantep’te Suriyeli mültecilerin kaldığı kampları ziyareti ardından söyledi bunları.

Daha önce kampları gelip gezen BM Kalkınma Programı Başkanı Helen Clark da benzeri şeyleri söylemişti.

***

Diğer yanda, Gaziantep’in iki adım ötesinde Kilis her gün IŞİD ateşi altında.

Bakmayın bomba düştü sözlerine, IŞİD düpedüz ateş açıyor, havadan roket yağmıyor yani.

Haftalardır böyle, Türk topçusu cecvap veriyor ama, Kilis’te insanlar ölüyor; hem Türk vatandaşları, hem de sayıları artık Kilis’in yerli ahalisini aşan Suriyeli mülteciler.

Türkiye-Suriye sınırı ısınıyor.

Merkel Gaziantep’te konuşurken Kilis’teki durumu, sınırın giderek ısındığını, Halep’ten yeni bir göç dalgası gelme ihtimalini biliyor.

***

Merkel zaten Türkiye ile AB arasındaki mülteci akınını durdurma karşılığında ilişkileri canlandırma anlaşmasını Ekim 2015’te başlatan kişi.

Türkiye’nin (çoğu Suriyeli) 3 milyona yakın mülteciye ev sahipliğini sürekli övüyor, Türkiye’nin anlaşmadan vaz geçmemesi için, vizesiz seyahat dahil AB içinde lobi yapıyor.

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve Başbakan Ahmet Davutoğlu’nu kızdıracak bir şey yapmamaya, onların duymak istediği şeyleri söylemeye çalışıyor.

Gaziantep’te de Türkiye’nin öteden beri savunduğu, mülteciler için Suriye sınırlarında güvenli bir alan oluşturmanın ne kadar iyi olacağından söz etii.

***

Oysa Merkel, Suriye sınırları içinde, Suriye’deki iç savaştan kaçan insanların uluslararası askeri koruma olmadan barındırılmasının imkansız olduğunu pek ala biliyor.

Bu koruma iki şekilde olabilir. Birincisi, Birleşmiş Milletler. Ama BM Güvenlik Konseyi’nin iki daimi üyesi, Rusya ve onun destekçisi Çin, Beşar Esad rejiminin yanında.

Türkiye ile Rusya arasında uçak düşürme olayı ardınan yaşanan gerilimi saymasak dahi o BM seçeneği masada değil.

Geriye kalıyor ya NATO, ya da ABD öncülüğünde bir uluslararası güç.

***

ABD zaten vuruyor diyeceksiniz, ama ABD Suriye’de sadece havadan IŞİD ve El Nusra hedeflerini vuruyor.

Zaten kara desteğinde Türkiye ile yaşadığı bir PYD anlaşmazlığı var.

Dolayısıyla ya ABD olur demenden olmayacak bir NATO kararı, ya da ABD girişimiyle yeni bir askeri güç oluşturulması, şöyle diyelim, Rusya’ya rağmen oluşturulması gerekiyor.

Peki, bu mümkün mü?

***

O da mümkün görünmüyor.

ABD’nin Suriye’ye kara birliği göndermek istemediği zaten biliniyordu.

Ama ABD Başkanı Barack Obama 23 Nisan’da BBC’ye verdiği mülakatta ilk defa bu kadar açık olarak, baştan itibaren Suriye rejimini devirmeye yönelik olarak askeri müdahaleye karşı olduğunu açıkladı.

Geriye dönüp bakıldığında Obama’nın Libya’da Gadhafi’nin devrilmesi için askeri müdahaleden pişman olduğu ve bu yüzden Suriye’de aynı maceraya karışmak istemediği ortaya çıkıyor.

***

İnsanın aklına bir kaç soru geliyor.

Birincisi, Obama baştan itibaren, yani 2011’den bu yana “Esad’a karşı müdahale etmem” dediyse, bunu dönemin başbakanı olan Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Davutoğlu’ya da söylediyse Türkiye acaba uluslararası gücün kurulmayacağını bile bile mi ısrarlı oldu?

Yoksa Obama içeride başka, dışarıda başka mı konuşuyordu?

Çünkü ABD Başkanının iç savaş patlayıp, mülteciler Türkiye’ye yığılmaya başladıktan bir küsur sene sonra, 20 Ağustos 2012’de verdiği bir ültümatom var.

O meşhur “Kimyasal silah kullanılması kırmızı çizgimizdir” ültimatomu.

“Esad mutlaka gitmeli” demeçlerini saymıyoruz bile.

***

O uyarının ardından Suriye ordusu kimyasal silah kullandı ve bu da BM raporlarında belirlendi.

Obama’nın kırmızı çizgisi, bizde de başka konularda görüldüğü üzere önce pembeye, sonra mora döndü, silindi gitti.

O arada Mısır’da Müslüman Kardeşlerin işbaşına gelişi ve darbeyle devrilişi ve IŞİD diye bir kanlı örgütün ortaya çıkışı da var şüphesiz, ama Obama’nın söylediğinden döndüğü de ortada.

Şimdi soru: Acaba hükümet Suriye politikasını Obama’nın bir şey yapmayacağı belli olduktan sonra da, neye dayanarak uluslararası güçle askeri müdahale seçeneğini, Suriye’de güvenli bölge oluşturma seçeneğini ön planda tuttu?

Obama mı kandırdı, ya da biz neye inanmak istiyorduk da inandık?

***

Şeytan bunun neresinde / Necati Doğru / Sözcü

Önce iki dosyayı birbirinden ayıralım. Ayıralım ki, “bunlar her yeni büyük yatırıma karşı, köprülere de karşı” yalanına cevap olsun. Köprülerin, oto yolların, hava meydanlarının, barajların yapılması ülkenin varlığına katkıdır. Hayatı kolaylaştırır. Zamanı genişletir. Ülkeyi ve içinde yaşayanları zenginleştirir. Uygarlık yaratır. Köprü yapımına ancak yobazlar karşı çıkar.
Kimse köprüye karşı değil.
Biz pis yalana karşıyız.
İlkel, kaba ve kara bir yalan kürsülerden, TV ekranlarından, gazetemanşetlerinden Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakan ağızlarından; “devletin kasasından bir kuruş çıkmadan köprü yaptık… Verdik bir çukur
3 trilyon liralık hava meydanı aldık…” diye söyleniyor. Son yalan “İzmit Körfez Geçiş Köprüsü” nün bitiriş tabliyesinin vidaları sıkılırken piyasaya sürüldü.
7.6 milyar dolara mal oldu.
Devletten bir kuruş çıkmadı.
Bakan, bunu söylüyor.
Peki!
Köprü bedava yapıldı.
Geçiş niçin parayla?
Ve niçin çok pahalı?

*  *  *

Devletten 1 kuruş çıkmadı, “biz cumhuriyet tarihinin gördüğü dahi devlet adamlarıyız, bedavaya getirdik köprüyü” diyorlar. Geçiş: 35 dolar artı KDV. Bu da tutuyor 117 TL.
Körfez köprüsü: 117 TL.
Birinci Köprü: 5 TL bile değil.
5 TL diyelim.
İkinci Köprü: 5’TL bile değil.
Yine 5 TL diyelim.
Birinci ve İkinci Boğaz Köprüleri’ni de devlet yaptırdı. Devlet vatandaştan vergi topladı. Vergiyle toplanmış ya da toplanacak parayla yine müteahhide ihale etti, 2 boğaz köprüsünü yaptırdı.
5 TL’ye geçiliyor.
İzmit Köprüsü’nü müteahhit yaptı.
117 TL’ye geçilecek.
Şeytan bunun neresinde?

*  *  *

Şeytan: söylenen yalanda.
Şeytanlık: gizlenen soygunda.
Malzeme, işçilik.
Japon’a teknoloji hakkı.
Görünmez komisyonlar.
Gizlenen bağışlar.
Ana para artı dış borç.
Borca ödenen faiz.
Müteahhit şirketlerin kârı.
Toplanıyor alt alta. Çıkıyor ortaya hesap: Otomobil başına 35 dolar alınacak. Bu köprüden her gün 40 bin otomobil geçecek. Vatandaş, pahalı bulur da köprüden geçmez, yine körfezi dolaşır ya da arabalı vapuru seçerse ve köprüden günde 40 bin otomobil geçmezse önemli değil. Müteahhide (yapımcı şirketlere) geçmeyen otomobillerin parasını devlet ödeyecek. Tam 5 bin 595 gün müteahhide “köprüden ister otomobil geçsin ister geçmesin sana her gün 40 bin otomobil geçmiş gibi otomobil başına 35 dolar ödemeyi garanti ederiz” diye imza atıldı. Bu, “köprüyü bedavaya getirdik” diyen dahi(!) devlet büyükleri, vatandaşı geçerse de otomobil başına 117 TL ödeyen, geçmezse de yine 117 TL ödeyen keriz yerine (dünyanın en pahalı geçişi) koymuş oldular. Öyle bir keriz ki, 5 bin 595 gün (kabaca 15 yıl) geçse de ödeyecek, geçmese de…

*  *  *

Deli Dumrul Köprüsü oldu.
Deli Dumrul eşkıyaydı.
Geçenden alıyordu.
Geçmeyeni ise “niçin geçmedin“ diye dövüp yine alıyordu. Formül aynı. Adını “Osman Gazi Köprüsü” koydular. Osman Gazi, eşkıya mıydı?
Mezarında ters dönmüştür.

***

O şimdi Nusaybin'de General / Mete Yarar / Karar

Sonunu düşünen kahraman olamaz” Bu söz Kafkasların mücahidi olarak bilinen Şeyh Şamil’e aittir.

Bu söz, bugün ülkemizde yürekli bir şekilde terörle mücadele eden bütün fertleri anlatıyor ve sanki yıllar önce bugünleri düşünerek sarf edilmiş bir cümle gibi duruyor.

Düşünsenize daha önce methiyeler düzdüğümüz onlarca kahramanı sözde PKK itirafçıları yüzünden yıllarca mahkemelerde süründürmedik mi? Efsane diye göklere çıkardıklarımızı o yerin altındaki hücrelere göndermedik mi?

Ya aileler, onları görmezden geldik ve selam bile vermedik. İşe alırken çocukları babalarının mesleklerini söyleyemedi. Korkmadan söyleyenlere ise babanız Ergenekoncu diye sorulara muhatap ettik. O çocukları başları önde eğik çıkarttık.

***

Bütün başarılarını görmezden gelip hiç yokmuşlar gibi Genelkurmay başkanını bile terör örgütü lideri olmakla suçlayarak linç etmedik mi?

Her biri aslan gibi “Devletten gelen başımızın üzerine”diyerek, yurtdışından gelerek mahkemelere çıktılar. Başlarına geleceği bile bile bunu yaptılar. ‘Bize bu elbiseyi devlet verdi bir bildiği var’ dediler. Kendi idam taburelerini kendileri tekmeledi. Kimseye bir eyvallah demediler.

Şimdi onlardan biri Nusaybin’de general rütbesinde bir sektörün komutanlığını yapıyor. ‘Geçmişte beni onlarca adi suçla suçladılar’ demeden, küsmeden, nefret etmeden, geriye dönüp bakmadan aslanlarıyla beraber kahramanca mücadele ediyor.

Evet o şimdi Nusaybin’de general. Benim de çok yakından tanıdığım ve aynı dönemde mezun olduğum devre arkadaşım. Bizim haylazlık yaptığımız dönemlerde kafasını kitaplardan kaldırmayan bir arkadaşımızdı. Harp okulunu dereceyle bitiren ve bizim gözümüzde ileride Genelkurmay başkanı olarak görmek istediğimiz birkaç kişiden biriydi.

***

Senesinde general olacakken, yüzlerce kişiyle beraber kumpaslarla içeriye atılan ve orada yıllarını geçiren kurmay bir subay. Çıktığında aklandığı için birkaç sene sonra terfi eden bir subay. Önüne onlarca kişi geçtiği için belli bir rütbeye kadar ilerleyebilecek bir general. Emekliliğini kazanmış ve en üst haklarını almış bir insan. Bugün ayrılsa hiçbir şeyi kaybetmeyecek bir general. Ama o Nusaybin’de ateş çemberinde görev yapan bir nefer. Yıllar sonra bu görevle ilgili başına ne geleceğini düşünmeden canla başla çalışan bir vatansever. Geçmiş kötü örneklere takılmadan yarınını düşünmeyen onlarca kahramandan biri.

Onlar askerliğe girerken “Türk Sancağının şanını canımdan aziz bilip icabında vatan, cumhuriyet ve vazife uğrunda seve seve hayatımı feda eyleyeceğime namusum üzerine and içerim” diye yemin eden kişiler. Evet o, adlarını hiç bilemeyeceğimiz binlerce yarınını düşünmeden öne atılan kişilerden biri. Onun gibi yüzlerce polis memuru, uzman personel, astsubaylar, subaylar var. Onlar kendileri için koruma zırhı çıkacak kanuna takılmadan öne çıkan yiğitler.

Şimdi bize düşen bu yarını düşünmeden öne atılanlara yarınlarda da onlara dokunulmayacağının garantisini vermek. Maalesef sizleri kurşunlardan korumak için dualarımızdan başka yapacak bir şeyimiz yok. Fakat sizlere kirli ellerin dokunmasına engelleyecek fırsatımız var.

Hani onu bekletmeden verelim.

***

Toplu psikoanaliz şart / Barış Erten / Cumhuriyet

Rahatça kazandılar 
Gerçekten çok rahat kazandı Fenerbahçe. O meşhur baskısını bir kez bile uygulamaya ihtiyaç duymadan, en çok eleştiri alan Nani’nin önderliğinde, akılcı ve sağlam bir defansla, zeki pas aralarıyla işi çözüverdiler. Trabzonspor, tarihi boyunca en çok yenilgi aldığı ikinci sezonda ligin en delici kanatları karşısında hiç direnç gösteremedi. İkinci yarı tribün desteği değil öfkesi de işi tamamen bozunca, 0-2’den sonra geri döndürmeye de motive olamadılar. Maç bir anda farka gitti. 
Şimdi yeni bir lig tablosuyla karşı karşıyayız. Durduk yere eli ayağı dolaşan lider Beşiktaş artık diken üstünde. Kendi taraftarının siteme boğduğu Fenerbahçe ise yeniden iştahlandı. Futbolun büyüsü bu sanırım. Bitti derken dönüyor, oldu derken aksıyor. Son yılların en zorlu dört maçına hazır mısınız? Doktor, ben korkuyorum!