Medya Arkası (30.08.2016)

Medya Arkası (30.08.2016)
Köşe yazarlarının bugünkü gündeminde 30 Ağustos Zafer Bayramı, FETÖ ve Vedat Türkali vardı.

30 Ağustos, II. Abdülhamid’e teşekkür ederiz… / Bekir Coşkun / Sözcü

30 Ağustos destanını, Türk Ordusu'nun geriye kalanı ile kutluyoruz…

Kozmik Oda adliye ambarına taşındı…
Askeri istihbarat MİT'e verildi…
Askeri yargı adliye sarayına…
Sahil Güvenlik ile Jandarma İçişleri Bakanlığı'na gitti…

Kuleli otel oluyor…
Askeri liseler kapatıldı…
Harp Akademisi kapatıldı…
Astsubay okulları kapatıldı…

Birisi “Hastaneleri kaldı” dedi…
Askeri hastaneleri üniformalı paşalardan “devir-teslim töreni” için birer türbanlı hanım kardeşimizi gönderdiler, manası iyi anlaşılsın diye…
“Devir-teslim” diyorlar ama bakmayın siz, “teslim”dir o…
GATA'nın adını “Abdülhamid” koydular…
İyi mi?..

Bugün 30 Ağustos…
Cumhuriyetimizi kuran büyük zaferin kazanıldığı büyük gün…
“Kağnılarla çıktılar yola
Burası Ovacık deresi
Üç ses karışıyordu havaya
Askerin türküsü, bir gelinin ağıdı
Bir de kağnıların teker sesleri…”

30 Ağustos, bu ülkenin varoluşunun zaferidir…
II. Abdülhamid'e teşekkür ederiz…

***

Büyük zafer ve savaş / Güngör Mengi / Vatan

Bugün İstiklal Savaşı’mızın zaferle sonuçlanmasını sağlayan Büyük Taarruz’un kazanıldığı günün yıldönümüdür. 

Mustafa Kemal’in 26 Ağustos’ta başlattığı ve Yunan ordularına karşı “kendisinin de cephede bulunarak yönettiği”… 

Bu nedenle “Başkumandanlık Meydan Muharebesi” adını alan Büyük Taarruz 30 Ağustos’ta Türklerin kesin zaferiyle bitmişti. 

 Orduyu överek… 

 Her karış toprağı düşman işgali altındaki bir ülkeden özgür ve demokratik bir Türkiye Cumhuriyeti yaratan Atatürk Büyük Nutku’nda “Tasarladığımız kesin sonuç 5 günde alınmış oldu” dedikten sonra şöyle devam ediyordu: 

 “….Düşman ordusunu tamamıyla yok eden veya esir eden, kılıç artıklarını Akdeniz’e, Marmara’ya döken harekatımızı açıklayıcı ve vasıflandırıcı söz söylemeyi gereksiz sayarım. 

 Her safhasıyla düşünülmüş, hazırlanmış, idare edilmiş bir zaferle sonuçlandırılmış olan bu harekat Türk ordusunun, Türk subay ve komuta heyetinin yüksek kudret ve kahramanlığını tarihe bir kez daha geçiren muazzam bir eserdir. 

 Bu eseri yaratan bir milletin evladı, bir ordunun başkomutanı olduğumdan mutluluk ve bahtiyarlığım sonsuzdur.” 

 En zor savaşları “bizzat ordusunun başında bulunarak yöneten” Büyük Önder’in bu tevazusu, dünyaya parmak ısırtan zaferleri kazanırken “gelecekteki tehlikeleri de gören ve o yıllarda uyaran geniş vizyonu” ona karşı bugün de eksilmeyen sevgi ve hayranlığın ana nedenidir. 

 30 Ağustos Zafer Bayramı’nı gururla kutluyoruz.  

***

30 Ağustos / Serdar Turgut / Habertürk

“Mustafa Kemal’in başkomutanlığında zaferle sonuçlanan büyük taarruzu bugün anıyoruz.”

Bayramı hepimize ilkokullarda öğretilen bu kelimelerle anıp yaşamak yerine onun aslında neyi temsil ettiğini, o yıllarda kökenleri sağlamlaştırılan “milli ruh”un ne olduğunu ve bunun bugün için ne ifade ettiğini gerçekten anlamamız, bu yıl her zamankinden çok daha önemlidir.

ANLAMAZSAK BEDELİNİ ÇOCUKLARIMIZ ÖDER

Çünkü ülkemiz içte ve dışta yine birçok düşmanla karşı karşıya.

Bize o yıllarda güç veren milli ruha yine çok ihtiyacımız var.

Eğer milli ruhun bu defa bölünmesine yol açarsak, yeniden ortaya çıkmasını sağlayamazsak bunun bedelini ne yazık ki çocuklarımız ve torunlarımız ödemek zorunda kalacak.

Bu ülkenin aksaçlıları olarak bugünün önemini, aslında neyi ifade ettiğini anlatmak, bunu unutmaya-unutturmaya eğilimli olanlara da hatırlatmak görevimiz olmalı.

***

 'Ulusal kurtuluş'u taçlandıran zafer / Fikret Bila / Hürriyet

GAZİ Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarını bir kez daha sevgi ve saygıyla anmamız gereken bir gün bugün...

Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı nihai zafere ulaştıran Büyük Taarruz’la, Mondros Antlaşması’nın çöpe atılıp Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş belgesi olan Lozan’a giden kapının açıldığı 30 Ağustos Zafer Bayramı kutlu olsun...

Başkomutan olarak Gazi Mustafa Kemal’in komuta ettiği Büyük Taarruz 26 Ağustos 1922’de başlamış, 30 Ağustos 1922’de düşmanın yenilmesinin ardından 9 Eylül 1922’de İzmir kurtarılmış ve böylece Ulusal Kurtuluş Savaşı zaferle sonuçlanmıştı.

Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın taçlandığı Büyük Taarruz, Gazi Meclis’in bir kez daha “Başkomutan” olarak görevlendirdiği Mustafa Kemal önderliğinde kazanıldığı için aynı zamanda “Başkomutanlık Meydan Muharebesi” olarak da tarihe kaydedilmiştir.

94 YIL SONRA

Büyük Zafer’in 94. yıldönümünde yine aynı mücadele ruhuna ihtiyaç duyduğumuz günlerdeyiz...

Bugünler 30 Ağustos’u hiç unutmamamız gerektiğini bir kez daha öğretti.

***

30 Ağustos’u unutursak 15 Temmuz da unutulur! / Abbas Güçlü / Milliyet

Nedense tarihi sadece dizilerden takip ediyoruz.

O da anlattıkları kadar!
Hele ki yakın tarihimizi!
30 Ağustos’u iliklerine kadar hisseden birisini bulursanız, durdurun ve anlından öpün.

Hani, hep bir üst kimlik arıyoruz ya, 30 Ağustos’tan daha önemli bir ortak paydamız olabilir mi?
Eğer 30 Ağustos olmasaydı, bugün bu tartışmaların hangi birini yapıyor olurduk?..
Birileri bizi ısrarla tarihimizden ve köklerimizden uzaklaştırmaya kalksa da, ne olur, bu tuzağa düşmeyelim.
Eğer bugün 30 Ağustos’u unutursak, emin olun yarın 15 Temmuz da unutulur!
Sakın buna izin vermeyelim.
Yoksa yoktan varoluşumuzu da unuturuz, demokrasi mücadelesini nasıl kazandığımızı da...
İşte bu yüzden, 30 Ağustos’lar artık hak ettiği gibi kutlanmalıdır.
Çünkü 30 Ağustos, sadece bir zaferin değil, bu milletin varoluş destanıdır!..
Eğer tarihi seviyorsanız!
Geçen sezon, Genç Bakış’ta o kadar çok tarih programı yaptık ki, tadı damağımızda kaldı.
Hangi konuya el atsak, ne süre yetti, ne de konuşulacak konular.
Yaşanmış tarihle, dizileri birbirine karıştırdığımızda ortaya çıkan tabloyu hatırlatmak bile istemiyorum ama eğer günün birinde gerçek bir eğitim reformu gerçekleştirilirse, özellikle yakın tarihimizi öğretmek, fen ve matematik kadar önemli olmalı, yoksa ulus olma konusunda, aradan bir yüz yıl daha geçse, benzer sancıları yaşamaya devam ederiz...
30 Ağustos Zaferi kazanılmasaydı, Türkiye Cumhuriyeti zor kurulurdu.
Peki ya Mustafa Kemal’in “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır, o satıh bütün vatandır” dediği Haymana direnişi olmasaydı, ne olurdu?
Milli Mücadele’de Sakarya Zaferi çok öne çıktığı için Haymana direnişi, neredeyse 100 yıla yakın göz ardı edildi.
Oysa “Son Kale Haymana” ordularımızın yüzlerce yıl süren geri çekilişinin nihayete kavuştuğu, makus talihin kırıldığı, düşmanın püskürtülmesinin başlatıldığı destansı bir yerdir.
Eğer Haymana düşseydi, Ankara da düşecekti, gerisini siz düşünün...
Ankara Üniversitesi İnkılap Tarihi Enstitüsü, beş yıldır, Haymana’da yakın tarihimize ışık tutuyor.
Birbirinden değerli tarihçiler, her yönüyle, yakın tarihimizi masaya yatırıyor.
Tüm o tartışmalar, keşke televizyonlarda yayınlansa da, Büyük Zafer nasıl kazanıldı, daha iyi anlayabilsek ve bugün yaşanan bazı tartışmaların ne kadar anlamsız olduğunu anlayabilsek...

***

Koltuklarını 30 Ağustos’a borçlu olanlar / Emre Kongar / Cumhuriyet

Bugün bu yazı yazılabiliyorsa... 
Bu yazının yayımlandığı gazete çıkabiliyorsa... 
Siz bu yazıyı okuyabiliyorsanız... 
Basın savcısı bu yazıda suç unsuru arayabiliyorsa... 
Mahkeme yargıcı önüne gelen medya zanlısını yargılayabiliyorsa...

Bugün bizi yönetenleri, eksik ve çarpık, yeterince adil ve şeffaf olmayan yöntemlerle bile olsa, seçebiliyorsak... 

Bugün bizi yönetenler, meşruiyetlerinin temeli olarak “Milli İrade” kavramını (saptırarak, sadece çoğunluk iradesi anlamında da olsa) kullanabiliyorsa... 
Türkiye Büyük Millet Meclis’i yasa yapabiliyorsa... 
Dini ve milli kimliklerimiz korunabiliyorsa...

Özgürlükler için, Laiklik için, Demokrasi için mücadele edebiliyorsak... 
Korumaya çalıştığımız bir ülkemiz varsa... 
Korumaya ve sürdürmeye çalıştığımız, laik ve demokratik, her ırktan ve inançtan insanın birlikte barış içinde yaşadığı, bütün milliyetleri, din ve mezhepleri kucaklayan bir hayat tarzımız varsa...

Bütün bunları, ve OTURDUĞUMUZ KOLTUKLARI, 1946’da Çok Partili Düzen’e geçen ve 1950’de ELİNDEKİ iktidarı muhalefete teslim ederek dünyada eşi görülmemiş bir örnek yaratan İsmet İnönü’ye... 
Çok Partili Düzen’i, 1923’te Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğuCumhuriyet’e... 
Cumhuriyet’i, 1923’te yapılan Lozan Antlaşması’na... 
Lozan Antlaşması’nı da, 30 Ağustos 1922’de kazanılan Büyük Zafer’e, Dumlupınar Başkomutanlık Meydan Muharebesi’ne borçluyuz... 
BORÇLUSUNUZ!

***

FETÖ’nün sosyo-kültürel zemini / Rasim Ozan Kütayalı / Sabah

 Normalde hukuksal bir metin olduğu halde HSYK Genel Kurulu'nun gerekçe kararında örgütün sosyo- kültürel ve zihinsel yapısı da başarıyla irdelenmiş. Sosyal bilimci akademisyenlerin yapması gereken çalışmayı HSYK'nın hukukçuları yetkin şekilde yapmış. Bu durum şu anki HSYK'nın genel entelektüel kalitesini de göstermesi açısındanumut verici.

60 sayfalık gerekçede örgüte üyelik için kesin bir kriter bulunmadığı belirtiliyor. Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Ermeni, Sünni, Alevi, hatta yapıya uzak gibi duran gruplardan, ateist ya da Yahudi, Hıristiyan dinlerine inananlardan da paralel yapılanma içinde yer alan çok sayıda kişi mevcut...

Bir başka ifade ile FETÖ'ye üyelik için dindar olmak veya inançlı olmak şartı aranmadığı gibi Müslüman olmak da gerekli değil. Bu örgütün içinde her türlü suça bulaşmış, alkol müptelası, kumarbaz, hırsız, tefeci, rüşvetçi kişiler de var. Ancak örgüt anlayışında, dini vecibelerin yerine getirilmesi veya Kur'an'ın yasakladığı eylemlerden kaçınmaktan ziyade, 'para' öncelik arz ettiğinden, himmetini veren kişinin işlediği suçun veya günahın bir önemi bulunmamaktadır...

Meşru olmayan yollardan elde edilen kazançtan örgüte istenen pay verilmiş ise işlenen günahın ya da suçun üzeri örgüt tarafından organize şekilde örtülmektedir.
FETÖ'nün örgütlenmesi askeri bir örgütlenmeden çok az farklar içermekte, sözde liderin verdiği kararı sorgulama anlamına gelecek her düşünce, eylem veya tavır kuvvetle ezilmekte, Gülen'in ve ona bağlı diğer yöneticilerin tüm talimatları, aklın da ötesinde bir kutsiyet kazandırılarak uygulanmaktadır...

***

Hem edebiyat hem ideoloji Vedat Türkali ustalığı / Doğan Hızlan / Hürriyet

BÜYÜK bir yazın ustası daha aramızdan ayrıldı.

Düşüncelerini, inançlarını açıklamanın bedelini ödeyen kuşaktandı.

Aydın tanımının bütün ögelerini kişiliğinde toplamıştı. Doğru bildiklerini, yaşamın deneylerinden gelen gerçekleri tartışırdı. Karşılıklı konuşmalarınızda, onun bilgi ve belgelerle güçlendirilmiş kanaatlerini, yargılarını eleştirebilirdiniz. Asla hoşgörüsünü yitirmezdi. Aydınları iyi tanıdığı için romanlarında onları anlattı.

Sinemanın önemini bilirdi, senaryolarıyla bunun toplumumuzdaki önemini de kanıtladı.

Uluslararası İstanbul Şiir Festivali’nin açılış gecesinde söylediği ilk cümlede şöyle demişti: “Ben Marksist-Leninistim, komünistim.” Ardından da Yahya Kemal Beyatlı’dan iki dize okumuştu. Sonra ironiyle bezeli bir konuşma yaptı: “Hayatımda iki iyi şey yaptım, birincisi hiç sigara içmedim, ikincisi şiiri bıraktım.” Açıklama olarak; Nâzım Hikmet, Yahya Kemal Beyatlı, Oktay Rıfat gibi şairleri okuyup daha çok sevdikçe şiiri bıraktığını söylemişti.
Emin Karaca’nın Vedat Türkali Ansiklopedisi’nden soyadının öyküsünü okumalısınız.

***

Bir gün tek başına / Ahmet Hakan / Hürriyet

GERÇEK adı: Abdülkadir Pirhasan.
1960’lı yıllarda yazdığı senaryolar sansür kurulundan geçmiyordu.
Kuruldakiler “Abdülkadir Pirhasan” adını görünce... Basıyorlardı sansürü.

Bunun üzerine yönetmen Atıf Yılmaz, Türkali’ye bir tavsiyede bulundu:

“İçinde Türk geçen bir takma ad kullan ve senaryolarını öyle yolla sansür kuruluna.”

Vedat Türkali ismi, işte böyle doğmuştur.

“GÜVEN” adını verdiği romanı yazmıştı.

Bir televizyon programında kendisini ifade etmek istiyordu.

Ben Kanal 7’deydim o zaman.

Bir ortak arkadaşımla haber gönderdi bana.

Buluştuk, uzun bir program yaptık.

“Siz komünist misiniz?” diye sorarak başlamıştım programa.

“Evet” demişti.

Üstüne basmadan, altını çizmeden... Ama büyük bir kararlılıkla...

O programda ta 1950’li yıllardan beri içinde biriktirdiği bir soruyu, birkaç kez tekrarlayarak sormuştu Vedat Türkali...

Yıllarca komünist avcılığı peşinden koşanlara, kitap yasaklayanlara, komünistleri hapislerde çürütenlere, sürgünlere yollayanlara dönerek şöyle demişti:

“Komünistlerin bu ülkenin geleceği için ortaya koydukları seçeneği neden yasakladınız? Neden izin vermediniz o seçeneğin de tartışılıp anlaşılır kılınmasına? Neden bir seçenek olarak bile dile getirilmesine tahammül edemediniz? O seçeneğin dile getirilmesi bile yasaklanmasıydı, bugünkünden daha kötü bir Türkiye mi olurdu? Bunun üzerinde hiç düşündünüz mü?”