Siyaset, nihayetinde meşruiyet üzerine kuruludur. İktidarların varlığı sadece sandıktan çıkmalarıyla değil, o sandığın anlamının toplum ve dünya nezdinde kabul görmesiyle mümkündür. Fransız düşünür Joseph de Maistre, “Her millet hak ettiği şekilde yönetilir” derken aslında meşruiyetin halkın algısında şekillendiğine işaret ediyordu. Bugün Türkiye’de yaşanan tartışmalar da bu algı savaşı etrafında dönüyor.
Geçtiğimiz günlerde ABD'nin Ankara büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack, mevcut iktidar için “meşruiyet sağlayacağız” minvalindeki açıklaması, diplomatik dilden çok politik bir niyet beyanı gibiydi. Bu tür sözler, Batı’nın Türkiye’deki iktidarı “kabullenme” eğilimini gösteriyor.
Önce İmamoğlu, sonra Yavaş
Bu konjonktürde muhalefetin, özellikle de Ekrem İmamoğlu’nun dış basında eskisi kadar ilgi görmemesi şaşırtıcı değil. Bir dönem Batı medyasında “umut figürü” olarak yer bulan İmamoğlu’nun, bugün aynı desteği bulamaması; küresel siyasetin “çıkar temelli sessizliği”nin bir yansıması.
Oysa aynı Batı, Venezuela muhalefet liderine, seçimlerde uğradığı haksızlıklar karşısında “barışçıl mücadelesi” için Nobel Barış Ödülü verebiliyor. Bu çifte standardın, Türkiye’nin iç politikasına da bir özgüven aşısı gibi yansıdığı açık. İktidar, dışarıdan gelen bu fiilî kabulü bir tür meşruiyet onayı olarak görüp, geri adım atmıyor.
Nitekim hemen ardından Mansur Yavaş hakkında yolsuzluk iddialarıyla soruşturma talebinin gündeme gelmesi, iç siyasette baskı dozunun artacağına işaret ediyor. Bu tablo sadece hukukla değil, iktidarın meşruiyetini koruma biçimiyle de ilgilidir. Çünkü meşruiyet yalnızca yasalara değil, toplumun adalet duygusuna da dayanır.
Özel’in Yeni Hamlesi
CHP lideri Özgür Özel’in Avrupa’ya giderek yaşanan haksızlıkları anlatma kararı, içerde “Türkiye’yi şikâyet ediyor” diye sunulacaktır, bundan şüphe yok. Fakat mesele, dış dünyadan medet ummak değil; hukukun ve demokrasinin uluslararası vicdanla da desteklenmesini sağlamaktır. Zira bugün iktidarın en çok ihtiyaç duyduğu şey, içeride olduğu kadar dışarıda da meşruiyetini sürdürmektir. CHP’nin stratejisi ise tam bu noktada devreye giriyor: meşruiyet zeminini görünür biçimde tartışmaya açmak.
Aslında bu bir tür “siyasi satranç.” İktidar, devlet gücüyle dengeyi korumaya çalışırken; muhalefet, meşruiyetin vicdani tarafını hatırlatıyor. Birinin yasallıkla, diğerinin adaletle meşruiyet arayışı… Hangisinin daha kalıcı olduğunu tarih hep göstermiştir. Hannah Arendt’in söylediği gibi, “Güç, itaatten değil, rızadan doğar.” Eğer rıza zedelenirse, sandık sonuçları bile bir süre sonra meşruiyet üretmez.
Bugün Türkiye, tam da bu eşikte duruyor. Hukukla siyaset arasındaki çizgi giderek silikleşiyor. Yasaların uygulanması artık sadece yazılı metinlerle değil, güç ilişkileriyle belirleniyor. Bu yüzden meşruiyetin kaynağı yeniden tartışılıyor.
Belki de en doğru tespiti Max Weber yıllar önce yapmıştı: “İktidar, meşruiyet iddiası olmadan sürdürülemez.” Türkiye’de iktidar da muhalefet de artık bunu biliyor. O yüzden kimin haklı olduğu kadar, kimin meşru göründüğü de önemli hale geliyor.
Meşruiyet, sadece hukukun değil, ahlakın da terazisidir. Dışarıdan alınan her destek ya da her sessizlik, o terazinin dengesini bir parça daha değiştirir. Bugün Türkiye’de siyaset, tam da bu denge üzerinde, ince bir ipte yürüyor. Ve o ipin altında, sadece partiler değil, toplumun adalet duygusu var.