EN BÜYÜK CAMİYİ KİM YAPTI? / ZEYNEP ULUANT

EN BÜYÜK CAMİYİ KİM YAPTI? / ZEYNEP ULUANT

Diyanet İşleri Başkanlığı ve İstanbul İl Müftülüğü “Gençlerimizle sabah namazında Büyük Çamlıca Câmii’nde buluşuyoruz” sloganıyla bir etkinlik düzenlemiş. İbret ve üzüntüyle okudum. Tabii bu hüzünde dinin siyasete bu derece âlet edilmesinden duyduğum öfke de vardı. Bu şehr-i İstanbul’un siluetine asırlardır damgasını vurmuş Sultanahmet ve Süleymâniye varken, âdetâ Osmanlı’yı gölgede bırakmak istercesine sun’i bir gündem oluşturarak, kuş uçmaz kervan geçmez bir tepeye, iddia ve ısrarla üstelik israfa kaçan bir bütçeyle inşa edilen bu câmi AKP iktidarının, dinin siyasete âlet edilmesi konusunda devletin bağrında açtığı en büyük gediklerden biridir. Zira din hele İslamiyet gibi son ve Hak dinin prensipleriyle oynamaya gelmez, bu iş şaka değildir, vebali de büyüktür. Zerrece ihtiyaç yokken, sırf bir siyasi partinin ya da liderinin en büyük olduğunu göstermek adına yani dünyevi ihtiraslarla yapılan cami, istediğiniz kadar suni kalabalıklarla doldurun içi boşaltılmış ahlâki ve dinî ıstılahlar gibidir.

Bu camiin hikâyesinde Süleymaniye ve Sultanahmet Câmiinde olduğu gibi ulviyet, hasbîlik ve inanç yoktur. Müslümanlığı, başörtüsünde, sakalda, İmam Hatip okulu açmakta, İstanbul tavrını unutturarak, Arap lahnıyla kerih seslerle Kur’an tilavetinde, görgüden yoksun bir gösteriş ve israfla inşa edilen saraylarda, güya tesettüre uygun, pahalı ve zevksiz, her gün değişen kıyafetle boy gösteren hanımlarla, en vahimi de sadece bu toprakların değil İslâm’ın bayraktarlığını yapan Türklüğün adını anmayıp, Türk’e hiçbir zaman dost olmamış sözde Müslüman Arap dünyasına entegre olmakta bulan zihniyet vardır. Kanuni, Süleymâniye inşa edilirken Koca Sinan’ın temel üzerinde çok uzun süren çalışmalarından dolayı câmi inşaatı gecikmiş ve İran, bunu maddi sıkıntı şeklinde anlayarak, değerli taşlardan meydana gelen bir yardım göndermişti. Buna çok celâllenen pâdişah, elçinin gözü önünde “ Camiin harcına katarsınız” diyerek bu gûyâ yardım gerekçeli edepsiz davranışı asaletine yakışır bir şekilde cevaplandırmıştı.

Halbuki en büyük câmi olma gibi bir iddia herşeyden önce İslam’ın tevâzuuna ters olmakla kalmayıp, her vesileyle kullandıkları ecdadımıza da eserlerine de saygısızlık ve vefasızlıktır. Ve de devletimiz, Kanuni devrinin refahından her mânâda çook uzak olup borç batağında bulunmaktadır. Bütün bunlara rağmen, âdetâ bir gövde gösterisi havasında neden dinî mekânlar ve değerler ucuz bir meta gibi piyasaya sürülür? Yirmi senedir bu sakat zihniyetle temel taşları yerinden oynatarak hemen her sahada yozlaşma ve seviyesizleşmeyi getiren zihniyet acaba ne zaman takkesini önüne koyarak hatalarıyla yüzleşme mertliğini gösterecektir?

Beş vakit kıldığımız namazın sadece yatıp kalkmak değil hayat boyu sâlât-ı dâimede bulunmak olduğunu bana öğreten değerli büyüğüm, mütefekkir, yazar Sâmiha Ayverdi’nin İstanbul Geceleri adlı harika kitabında Beyazıt bahsinden aldığım şu satırlarla yazımı noktalamak isterim.

“Acaba asırlardan beri usanmadan etrafına gözcülük eden ihtiyar çınar, yüzlerce senelerden beri komşusu olduğu minarelerden günde beş nöbet dinlediği Allâhu Ekber sesine, insanların kulak verip vermediklerini de düşünür mü? Gerçi âdemoğlu, gönüllere ve iz’anlara rahmet gibi yağan bu sesi duyar hatta tekrarlar; lâkin diliyle “Allah her şeyden büyüktür” derken şehvet ve iptilâlarının kulluğunda can telef etmekle kendi kendini yalanlamaktan, riya ve şirk çukuruna körü körüne atılmaktan çekinmez. Ammâ gene de dilinin ucundan kaymış bir Allâhu Ekber lafzı, düşürüp kaybettiğimiz bir mücevher gibi, kim bilir hangi kıymet bilenin boynuna, hangi kıymetli gerdanlık olarak asılır kalır.

Beyazıt’ın çınarı, güvercin seslerinin ninnisiyle uykuya varırken, bu yakazalı uykusunda, belki de adeleleri gevşemiş, uzuvları istirahate varmış bir insan gibi durmadan çarpan, dinlenmek nedir bilmeyen kalbiyle gene hayat seyrini yapar. Acaba onun nebatî şuuru, tâ uzaklara, bir başka vatan köşesine gidip bina ettiği camiye iftiharla bakan padişaha: “Güzel, güzel ammâ yanında bir meyhane eksik...” diye hükümdarın ayyaşlığını yüzüne vuran bir gözü pekin, bir Allah saygısını kul korkusuna değişen bir serdengeçti ihtarını vakit vakit rüyasında sayıklar gibi olur mu? Gene onun rüyasının içine, boğazına geçirilmiş iple, taştan taşa sürüklenen vezirler ve üç beş günlük ikbal hırsı ile, bu kan pıhtısına dönmüş zavallıdan boş kalan mindere davullu zurnalı alaylarla koşan mevki ve mesnet divânelerini de görür gibi olur mu?

Hele, ismi beş kere minarelerde dile gelen Muhammed Mustafa’nın, o her biri medeniyeti dize getirecek misilsiz hükümlerine, taassup zinciri vurup kalebent eden menfaatçilerin kabusuna da tutulduğu olur mu? İstişare eden, tevazu taşına baş koyan, kendinde kusur arayan, icap ederse itiraftan zevk duyan, iç âlemini olduğu kadar dış dünyasını da ihmal etmeyen bu Ulu’nun eşsiz bir feragat ve himmetle insanlık tarlasını sürerken saltanat ve zulmü, ambarda böceklenmeye mahkum bozuk bir tohum gibi, bu tarlaya asla ekmediğini, lâkin ümmetinin kıyamete kadar cihana yetecek o mahsulü taassup ve menfaat kurtları elinde yağmaya verdiklerini hiç düşünür de göz yaşı döker mi?”